Oku, bilgilen, fikir sahibi ol; zihninve gönül dünyan zenginleşsin! Ürettiğimiz bilgiler özgür, özgün ve karşılıksızdır.
Alıntı yap, indir, adımı silip sahiplenmeden kayıt altına al ve yakınlarınla dostlarınla paylaş!
Dr. Ismail Kaygusuz
UZAK İKİZLER
J ve J
İsmail Kaygusuz
Prologos Paris 1985, Boulvard Saint Jaques’ da Bir Kafe
Fransa’nın, hatta Dünyanın en eski Üniversitelerinden olan College de France ve Sorbone Üniversitesi’nin bulunduğu Saint Jaques Bulvarı üzerinde bir kafede oturuyordu Mustafa Kara. Öğle sonu, bara yakın bir masada birasını içmekte. Kafe tenhaydı. Barın bir köşesinde şarabını yudumlayan bir müşteriyle iki garson arada bir gülmeleri duyulan hararetli bir muhabbet içindeydiler. Müzik dolabında Mireille Mathieu’nun “Je suis seul ce soir”(Bu akşam yalnızım) şarkısı çalıyor hafiften. Kırkın içinde yakışıklı denilebilecek yüz ve görünüme sahip, edebiyat alanında birşeyler başarmanın peşinde olan Mustafa Kara’nın önünde birkaç kitap, bir açık defter bulunuyor ve deftere düşünceli düşünceli bir şeyler yazmaktaydı. Arada bir saatına bakmasından birini beklediği anlaşılıyor. Doğru; yaklaşık bir yıldır birlikte yaşadığı ve geleceğinin kadını olarak baktığı, kendisinden dokuz kaş küçük, boyu ise 3cm kendisinden uzun Fransız sevgilisini bekliyordu. Bir yıllık Fransız bursuyla gelmiş ve College de France’da mesleği üzerinde araştırmalar yaptıktan sonra da geri dönmeyip burada kalmaya karara vermiş olan Mustafa bu Kahve’nin müdavimiydi. Öğle saatlarında geldiğinde ne yiyip içtiğini iyi biliyor ve o istemeden, getirip önüne koyuyorlardı. Garsonlardan biri Mustafa’nın bira bardağının boşaldığının farkına varmış, o yazılarıyla meşgulken Cafée Noire’ı-sütsüz sade kahvesini önüne koymuştu bile.
Mustafa saatına yeniden baktı ve kendikendine söylendi:
“ Saat tam onikide burada buluşmaya karar vermiştik; Marie Kate neden hâlâ gelmedi? Oysa saat yarım oldu! Birlikte önemli bir yere gidecektik. Acaba ana-babasının birlikteliğimizi görmek için birkaç gün sonra yapacakları ziyareti yarına mı almışlardı? Hazırlık yapması için belki de gelmiyecek. Ama Kafenin telefon numarasını biliyor, arayıp söylemesi gerekirdi. Ben de eve dönüp kendisine yardım ederdim..”
Bu son cümleleri mırıltı halinde söylerken, ister istemez dudaklarında bir gülümseme belirdi. Devrimciler arasında moda olan kalın Stalin bıyıkları bu kendi kendine gülümsemeyi kapatıyor, yüzüne bakan kimse bile farkına varamazdı. Aklına dün akşam Marie Kate’in söylemiş oldukları gelmişti. Marie Kate anasıyla babasının kendilerini ziyerete geleceklerini haber verirken şunları söylemişti:
“ Bak Mustafa, şimdi söyleyeceklerimi iyi dinle: İki gün sonra anamla babam bizi ziyarete gelecekler. On aydan beri birlikte olduğumuzu biliyorlar, ama bir kez bile ‘arkadaşını getir tanışalım’ demediler. Ne de on aydır tek kızları olan bana uğramadılar; herhalde Musevi ve katolik karışımı ailede bir de müslüman görmek istemiyorlardı. Oysa ben her onları ziyaret ettiğimde hep senden sözediyor; çalışmalarını, araştırmalarını, başarılarını ve amaçlarını anlatıyordum. Bugün birden karar vermişler ve Cuma günü bize geleceklerini söylediler. Az önce sana, tek kızlarıyım dedim, ama benim ebeveynimin, bir oğlu -kardeşim Patrick’le tanışmıştın- ve bir de benden küçük kızları var; adı Ülin...”
Mustafa şaşkınlıkla sorduydu:
“ Neden şimdiye dek söylemedin ve tanıştırmadın? Yoksa kendisiyle konuşmuyor musun?”
Marie Kate gülerek anlatmıştı:
“ Aslında Ülin ikinci kızkardeşim! Birincisi beş yıl kadar önce öldüğünde, babam Jaqueliene halamı telefonda ağlayarak ‘kızım öldü’ diye anlatmış. Kadıncağız hüngür hüngür ağlarken, tasadüfen yarım saat sonra ben kendisini aramıştım. Kadın şaşırdı; meğer benim öldüğümü sanmış. Anlayacağın babamın çok sevdiği köpeği ölmüştü. Şimdiki köpeği Ülin’i ikinci kızı yerine koydu. Senden isteğim; eve geldiklerinde Ülin’le yakından ilgilenmen ve onu okşayıp sevmendir. Kısacası Ülin senden hoşlanır ve seninle oynarsa aileye kabul edildin, demektir...”
Mustafa Kara oturduğu yerde bu olayı anımsayarak gülümsemişti. O konuşmalar belleğinde bir tur atınca, yüksek sesle söylenmekten kendini alamadı:
“ Demek ki Marie Kate’in Rouillon ailesine kabul edilmem, Ülin köpeğin benden hoşlanmasına, bir bakıma onun insafına kalmış!”
Saat 1 olmak üzereydi. Mustafa Kara artık sinirlenmeye başladı. Çünkü saat 1.30’da Abidin Dino’nun Pompidou Sanat Merkezi’ndeki resim sergisine birlikte gideceklerdi. Saat 1 ile 2 arasında kendisi de sergi salonunda bulunacaktı; belki biraz sohbet eder, bilgilenirdi. Üstelik bizzat serginin açılış tarihini, “ açılış kokteyline gel, davetlimsin” diyerek kendisi söylemişti. Bunları içinden geçirirken, bu kez onları evlerinde ziyaret ettiği günü anımsadı:
Musatafa Kara Yunus Emre (1240-1320) üzerinde bir makale hazırlıyordu. Yunus’un Bizans mistikleriyle etkileşimini kanıtlamaya ve Bizans Grekçesini bilip bilmediğini anlamaya çalışıyordu. Bu konularda yoğunlaşmıştı ki, İblis üzerine yazdığı uzun bir şiirini okuyup açıklamaya çalışırken, Yunus’un bir beyitinde Bizans takvimi yöntemiyle tarih düştüğünü farketti. Kuşkusuz bu farkındalık, Mustafa’nın meslek gereği olarak takvim ve antik yazıtları tarihleme hakkındaki geniş bilgisinden kaynaklanıyordu. Beyit’te verilen rakamları toplayıp, ondan Bizans yaratılış yılı rakamını çıkarınca 1291-2 tarihinde Yunus’un, 50 yaşlarındayken bu şiiri yazmış olduğu ortaya çıkıyordu. Yunus’ın Bizans takvim sisteminden haberli olması ve birçok şirindeki dönemin Nikaia (İznik)’da yaşayan Bizans mistik bilge ve tarihçilerinden esinlenme bazı tasavvufi düşünceleri onun Bizans Yunancası’nı bildiğinin-konuştuğunun kanıtları olabilirdi. İşte bu bilgi ve varsayımlarını paylaşmak ve tartışmak için, Yunus’un tasavvufi şiirlerinin bazılarını Fransızca’ya çevirip yayınlamış olan Güzin Dino hanımefendiyi telefonla arayıp randevu aldı. Kendisi “Yunus üzerinde benden fazla Abidin’le tartışıp konuşmanız daha yararlı olur sizin için. O, Yunus’u benden çok daha iyi bilir” diyerek evlerine davet etti. Ancak kocasına hangi nedenden ötürü kendilerini ziyarete gelmek istediğini söylememiş olacak ki, kendisiyle söyleşi yapmaya gelen bir gazeteci sanarak, hal-hatırdan sonra Mustafa tam konuya girecekken, Abidin Dino’nun ciddi bir biçimde ilk sözü “sakın bana, ‘Abidin mutluluğun resmini yapabildin mi?’diye sorma!” olmuştu. Anlaşılıyordu ki, kendisiyle tanışmaya, konuşmaya veya söyleşi yapmaya gelenler hep; Nazım’ın bir şiirindeki ona hitaben söylediği “ mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?” dizesini anımsatarak, ‘mutluluğun resmini’ görmek istemiş ve kendisini bıktırmışlardı. Mustafa “hayır efendim ben sizinle ‘bizim Yunusu’ konuşmak; bazı yeni bilgileri ve düşüncelerimi paylaşarak, görüşlerinizi almak istiyorum”deyince, büyük üstad derin bir nefes alıp rahatladı. Ondan sonra tatlı tatlı konuşup tartışmışlardı Güzin hanımın ikram ettiği çayı içerken. Mustafa bütün bunları kafasından geçirip zaman dolduruken, doğrusu suratı da asıktı.
Oku, bilgilen, fikir sahibi ol; zihninve gönül dünyan zenginleşsin! Ürettiğimiz bilgiler özgür, özgün ve karşılıksızdır.
Alıntı yap, indir, adımı silip sahiplenmeden kayıt altına al ve yakınlarınla dostlarınla paylaş!
Dr. Ismail Kaygusuz
CAŞ
IĞDIR’IN ÜÇ ALMASI
İsmail Kaygusuz
Nisan 2013, Bornova’da Iğdırlı İki Genç
Murat tam yeni kiraladığı evin bulunduğu sokağa girmişti. Nisan ayının ortalarıydı; birkaç gündür yağmakta olan yağmurlar kesilmiş, dünden beri bahar güneşi adeta havayı ısıtıyordu. Mahalleye iki ay önce taşınmışlardı. Fakülte binalarının bazılarına yürüyerek derslerine gidip gelebiliyordu, bu yüzden çok memnundu. Mahalle kasabının önünden geçerken vitrine baktığında, canlı gibi duran bir beyaz kuzu dikkatini çekti. Yaklaşıp içeriye doğru bir göz attı. Birkaç müşteriyle ilgilenmekte olan kasap kendisini görmemişti. Bu Eğinli (Kemaliye) yaşlı kasapla iki gün önce tanışmış, Elazığ’ın köylerinden olduğunu söyleyerek hemşehri ayağından dostluk kurmayı denemişti. Demek o zaman farkına varmadıydı bu içi saman doldurulmuş kuzu postundan modelin. Kasap dükkânının taze kuzu eti reklamını yapan doldurulmuş kuzuya baktıkça, sanki canlıymışçasına meleyerek üzerine geliyormuş gibi geldi bir an için. Tam bir yıl öncesini anımsadı: Iğdır’da, Fate ile onların büyük davar ağılında buluşmuşlardı. Ağıla girdiğinde Fate kapıya arkası dönüktü. Berivan’la Zelal’ı göndermiş; kaza geçirdikleri için birer bacağı sarılı iki beyaz kuzuya yem veriyordu. Kuzulardan biri yavaşça kapıyı açan Murat’ı görmüş meleyerek ona doğru koşmaktaydı. Bunun farkına varan Fate hemen döndüğü için, Murat’ın kendisine arkadan sarılmasına engel olmuştu.
Murat kendikendine gülerek yoluna devam etti. Onu dudaklarından öpmeye çalıştığında kendisini şiddetle iterek, “dudaktan öpmek nikâhtan sonra” diye nasıl da serzenişte bulunduydu yani! Düşünüyordu da; bu bir yıl içinde neler olmuştu, neler neler!
Ege Üniversitsi Ziraat Fakültesinin sınavını kazanarak, şimdi okuduğu Bölüm’ün puvanını tutturmuş olan Murat, geçen yıl Temmuz’un ikinci haftasında Iğdır’dan İzmir’e gelip kayıt yaptırdı. Köydeki ekonomik durumları iyiydi. Çok geniş bir Kaysı bahçesi, sulu tahıl tarım yapılan tarlalarıyla birlikte büyük sebzelikleri vardı. Ayrıca pamuk ekimi yaptıkları otuz-kırk dönümlük düz bir araziye sahiptiler Aras ırmağı kıyısında. Babası ve iki ağabeysi de Murat’ın Ziraat Mühendisi olmasını çok istiyorlardı. Onun içindir ki, büyük çiftlik konağını yöneten Berfo Ana’yı ilk yıl Murat’ın yanına göndermeyi göze aldılar. Babası Samid Ağa anasıyla birlikte gelerek, Murat’a Bornova’da bir ev kiraladılar Ağustos’un başlarında. Sonra oğluna bakması, yemeğini pişirmesi ve çamaşırını yıkaması için Berfo Ana’yı, istemeye istemeye burada bırakıp Iğdır’a, Diyarbakır ve Van’dan gelen mevsimlik işçilerinin-ırgatlarının başına geri dönmüştü.
Iğdır’da geçen olaylardan, olup bitenlerden hiç haberi olmayan Murat, babasını dönüşünden tam altı ay sonra akşama doğru okulundan döndüğünde evde büyük ağabeyi Cemal’i, İskender Dayı ve Fate’yi Berfo Ana ile sohbet ederlerken bulduğunda şaşırıp kalmış. Adeta eli ayağına dolaşmış, dili damağına yapışmış durumda; ne kıpıdayabilmiş ne de tek söz edebilmişti bir süre. Öbürlerinin gelişi İzmir’de bir iş bağlamak için olabilirdi, ama Fate’nin Üniversite’ye Hazırlık kurslarında, dershanede olması gerekiyordu; onun burada ne işi vardı ki? Konuşamıyor ama, zihni hızlı çalışıyor belleğinde kalanları sözsüz olarak dışa vuruyordu sanki. Geçen Ağustos başlarında yazdığı son mektubunda Fate, “Sonbaharda bütünlemeye kaldığım tek dersi verip kurslara başlayarak, önümüzdeki Üniversite Sınavlarını kesin güvenceye almalıyım” diye yazmıştı ya. Sonra da, bir daha ne Fate’nin kendisinden ne yakınlarından onun hakkında haber gelmedi. Enişte dediği ve çok sevdiği, onun da kendisini çok sevdiğini bildiği İskender Dayı ise bir ay önceki mektubunda, “telaşlanmanın gereği yok Murat; kurslarda ders çalışmaktan canı çıkıyor kızcağızın, zaman bulamadığı için sana yazamıyordur” demişti. Oysa şimdi, Kasım’ın ortalarında Fate ile birlikte birdenbire karşısına çıkmışlardı. Bu da neyin nesiydi? Habersiz gelen, bu hiç beklenmedik konuklardan İskender Dayı ile Cemal ağabeyisi, şaşkınlıktan kendilerine “hoş geldiniz” bile diyemiyen Murat’ın iki koluna girip, bir koltuğa oturtarak, Iğdır’da olup bitenleri bir bir anlattılar. Berfo Ana’yla Fate de birbirlerine sarılmış ağlamaktaydı. Ve de Iğdırlı olduklarını gizlemeyi sıkı sıkı tenbih etmişlerdi…
Bütün bunları zihninden geçiren Murat bir katını yeni kiraladığı apartmanın önüne iyiden yaklaşmıştı. Artık nikahlı eşi olarak evde onu bekleyen Fate’nin adı Sevda’ydı, değiştirmeyi uygun görmüşlerdi. Bu da Murat’ın anasının fikriydi, giderayak Fate’yi Sevda yapmıştı. Ne yapıyordu evde acaba? Bugün erken geleceğini, bir arkadaşına uğrayıp ders notları değiş-tokuş yapacaklarını söylemişti. Söylediği saati epeyce geçirdiği için kendikendine “şimdi merak etmeye başlamıştır” diye söylenerek admlarını hızlandırdı Murat.
***
Ege Üniversitesi Fakülte yapılar yerleşkesinin hemen hemen tümü, İzmir’in merkez ilçesi Bornova’nın Erzene mahallesinde bulunuyordu. Bir iki sokak güneyinden Ergene Mahallesi başlıyor ve Murat’ın yeni kiraladığı, iki artı bir dedikleri küçük bir apartman dairesi de buradaydı.
Dairenin oturma odası bayağı geniş durumda. Üzerinde açık kitaplar ve defterler gelişigüzel duran altı kişilik bir yemek masası, üç kişinin oturabildiği çekyat bir kahverengi koltuk ve aynı renkte tekli iki koltuk ve köşede orta boy bir televizyon bulunuyor. Ama hâlâ alacakları yeni eşyalar için epeyce yer var. Sokağa bakan orta boy iki pencerenin de perdeleri yarı aralık bırakılmış ve içeriye akşam güneşinin soluk ışıkları sızıyor. İnce ve mütenasip vücudunu saran beyaz göğüs önlüğü ve altındaki kısa kollu siyah bluzuyla aynı renkteki pantolonu ve de Murat’ın aya benzettiği güzel yüzünü çevreleyen saçlarını yarı kapatan kırmızı kısa eşarpıyla lüks lokantaların güzel garson kızlarını andıran Sevda mutfakta akşam yemeği hazırlamakta. Kaynanası Berfo Ana mutfağı ona teslim edip ayrılmadan önce, buzdolabı dahil, tüm mutfak eşyalarını alarak yerlerine yerleştirmiş ve onları kullanması yönünde de epeyce eğitmişti.
A Short Summary of the Play (its themes and its message to the contemporary world):
'The Tyrant in Underworld -- A Dream of Hades with Lucian of Samosata' (from here on, 'The Tyrant') is a play mainly about Megapenthes, the tyrant of the day, who finds himself in the underworld along with several other characters, such as cynic philosophers, shoemakers, people whom he wronged, all waiting to cross the River of Styx. 'The Tyrant' has two parts; the first part is an adaptation of one of Lucian of Samosata's stories about Megapenthes, adapted to theatre, and the second part is a modern day section which features the writer and the villagers of a modern Samosata, now a Turkish town. Lucian himself also plays an important part in the play, as the modern author finds himself transported to his time and has chance to ask him some important questions regarding his time and his actions. The play's main themes include conflict between the rich and the poor, cynic philosophy and simple living, tyranny of those in power, superstitious beliefs, accountability and lack thereof, and the human condition.
The play's message to the contemporary world, I believe, is that oppression lives on if power is left unchecked to the hands of a single person, with no checks and balances, and it can be easily abused against the masses. The other message of the play to the world is that human rights and freedom of expression are so precious and fragile, as the play demonstrates, freedom of expression and being critical of certain religious beliefs were much more tolerated at the time of Lucian than in some traditional societies today. Finally, the play also sends the message that superstition or religious beliefs can live on across borders, cultures, generations and centuries, which makes it hard to criticize, as it has become a taboo.
A Short Bio of Dr Ismail Kaygusuz:
Dr Ismail Kaygusuz is a British-Turkish playwright and novelist who specialises in Ancient History, Classical Archeology and Classical languages. He worked as a lecturer at Classical Archeology and Classical Philology departments at a number of universities in Turkey for nine years. He also took part at the Van-Urartu, Enez and Perge archeological excavations and wrote several research papers on these in national and international scientific journals. He also studied the language and epigraphy of Byzantium at 'Université de Nancy II' and 'Collége de France'.
Dr Kaygusuz moved to London in 1992 and he continues to live and produce his work here to this day. There are various theatre plays, novels and semi-biographical books to his name, along with several academic books on Heterodox Islam (Alevism), Sufism, gnostic beliefs and institutions, philosophy and history. He was born in 1944, in Arapkir, Turkey, at the village of Onar.
Some Background on Lucian of Samosata (adapted from the Wikipedia article):
Lucian was a Syrian satirist who was known for his tongue-in-cheek style, as he often ridiculed superstition, religious practices, and belief in the paranormal in his works. Although he was of Assyrian origin, he wrote all his works in Greek.
Lucian was the son of a lower middle class family from the village of Samosata, the capital of the remote Roman province of Commagene. As a young man, he was apprenticed to his uncle to become a sculptor, but, after a failed attempt at sculpting, he ran away to pursue an education in Ionia. He became a travelling lecturer and visited universities throughout the Roman Empire. After acquiring fame and wealth through his teaching, Lucian finally settled down in Athens for a decade, during which he wrote most of his extant works. In his old age, he was appointed as a highly-paid government official in Egypt, after which point he disappears from the historical record.
Lucian's works were wildly popular in antiquity and more than eighty writings attributed to him have survived to the present day, a considerably higher quantity than for most other classical writers. His most famous work is A True Story, a tongue-in-cheek satire against authors who tell incredible tales, which is regarded by some as the earliest known work of science fiction. Lucian invented the genre of the comic dialogue, a parody of the traditional Platonic dialogue.
COLLOQUIA FAMILIARIA TURCICO LATINA
(TÜRKÇE LATİNCE DOSTANE KONUŞMALAR)
- Ve 17. Yüzyıllarda Avrupa Halklarına Türkçe Öğretme ve Türkleri Tanıtma Girişimlerinde JACOB NAGY HARSANY’nin Başarısı
İsmail Kaygusuz
Giriş
Önemli bir kitaptan sözedeceğim. Osmanlı Tarihçileri ve Türk Dili ve Edebiyatı yazar ve arştırmacıları Macar asıllı Jacob Nagy Harsany’nin, Colloquia Familiaria Turcico Latina Seu Status Turcicus Loquens isimli kitabını kuşkusuz ismen de olsa bilirler. Değerli dostum ve yoldaşımİsmail Büyükakan’ın Berlin Kütüphanesinin Digital Servisi’nden indirip, email adresime göndermesinden sonra benim haberim oldu kitaptan. 1672’de Kölln’de basılmış bu kitap, o dönemde Avrupa krallık ve prensliklerinde konuşma ve yazma ortak dil Latince aracılığıyla Latin harfleri kullanarak(transcription) Latince konuşan ve yazan Avrupalı halka Türkçe öğretmek amacıyla yazılmış. Bir kral temsilcisi olarak İstanbulda 1650’li yılların sonuna dek yaşamış ve Türkçe öğrenmiş bu kişi; Türkçe – latince 510 sayfalık, karşılıklı konuşma, cümle kurma yöntemiyle Türk dilini Avrupalılara öğreterek, Osmanlı İmparatorluğunu, İstanbul’u ve halklarını her yönüyle tanıtmayı amaçlamış. Adam keskin bir gözlemci, çok dilli, bilgili bir eğitimci, diplomat ve politikacı. Kısacası 17.yy. Osmanlı tarihi ve özellikle IV. Mehmet(1648-1687)’in ilk 10 yılı, yani Köprülüler dönemine olabildiğince bir araştırmacı davranışıyla ışık tutmuş ve döneme ilişkin nesnel bilgiler sunmaktadır. Bu kitabın genelde Türk tarihi ve bilim dünyasına, kuşkusuz Türk okuyucusuna kazandırılması; özelde Latin ve edebiyatı bölümünde Ortaçağ Latincesi’nin temelini atma bağlamında gramer ve syntaksını, filolojik incelemesinin yapılması gerekir diye düşünüyorum. Türkçe’de, bu kitaba ilişkin bir kaç cümle ya da paragraf alıntıları içeren bazı makaleler dışında, başka önemli bir çalışma olmaması doğrusu üzücüdür. Oysa ta 1730’dan başlayarak kitabınTürkçe-Latince-Almanca birkaç yazar tarafından yayınlanmış baskıları bulunmakta. Yine tanınmış bazı yayınevleri tarafından hem tıpkıbasım olarak hem de Türkçe-Latince-İngilizce versiyonları var. Kuşkusuz Macarca’ya da kitap çevrilmiş ve hakkında yazılmış çeşitli makale ve kitaplar mevcut. Bu bağlamda Macar Türkolog Gregory Harzai’nin çalışmaları dışında, son yıllarda Gabar Karman, yazar üzerinde yazdığı doktora tezini,[1] Ungarn-Jahrbuch 32 (2014-2015)’da Almanca da yayınlamış bulunmaktadır.
Konu Üzerinde Mevcut Bazı Çalışmalar
Batı Türkçesini öğretmeğe yönelik Latin harfleriyle yazılmış bilinen ilk transkripsiyon metni 1533 tarihlidir. Bu tarihten sonra yazılan transkripsiyon metinleri Arap alfabesine dayalı Osmanlı imlasının gizlediği fonetik ve morfolojik gelişme ve değişmeleri göstermesi bakımından dikkate değer. Aynı zamanda transkripsiyon metinlerindeki Türkçe diyaloglar konuşulan Osmanlı (Halk) Türkçesinin ortaya çıkarılması bakımından önemlidir.
Batı Türkçesi hakkında genel bilgiler Anadolu, Balkanlar, adalar, Irak, Suriye, Güney ve Kuzey Azerbaycan’da XIII. yüzyılın başından itibaren yazılmaya başladı. Oğuz Türkçesi temeline dayalı Türkçeye, Türk şivelerinin sınıflandırılmasında batı grubunda yer almasından dolayı “Batı Türkçesi” adıverilmektedir. Batı Türkçesini ise ana hatlarıyla şu üç devreye ayırmak mümkündür: a. Eski Anadolu Türkçesi (XIII-XV. yüzyıllar), b. Osmanlı Türkçesi (XV-XX. yüzyıllar), c.Birinci Klasik Osmanlı Türkçesi (XV-XIX. yüzyıllar), d. İkinci Yeni Osmanlı Türkçesi (XIX-XX. yüzyıllar), e. Bugünkü Türkiye Türkçesi (XX. yüzyıl ve sonrası). Eski Anadolu Türkçesi, Osmanlı Türkçesine nazaran metinlerin daha sade yazıldığı bir devredir. İstanbul’un fethi ile bir imparatorluk dili hâline gelen Türkçe, Arapça ve Farsça yapılarla örülü başka bir dilmiş gibi düşünülmeye başlanmıştır. Bunda İstanbul’un bir kültür merkezi haline gelerek medreselerde Arapça ve Farsça eğitiminin önem kazanması, Osmanlı aydınlarının bir edebiyat dili olarak kabul ettikleri Farsçaya ve Farsça mazmunlara edebi eserlerinde önem vermelerinin payı büyüktür. Aydın zümrenin yazı dili haline gelen bu suni dil giderek halkın anlayabileceği düzeyden uzaklaşmıştır.[2]
Avrupalı yazarların Türkçe transkripsiyonlu metinleri konusunu Doç.Dr. Ömer Yağmur ve diğer birkaç yazarın konuya ilişkin yazdıklarıyla toparladıktan sonra özelde kitabın içeriğini ayrıntılamaya geçmek yerinde olacak.
«Türkiye Cumhuriyeti’nde Latin alfabesinin kabulü 1 Kasım 1928 tarihidir. Bu tarihten önce kullanılan imla (yazım) Arapçanın ünsüz sistemine dayalı, İranlılardan alınan /p/, /ç/ ve /j/ harfleri ile Türklerin /ñ/ (damaksı n) harfinin Arap alfabesine eklenmesiyle oluşan Osmanlı alfabesidir. Lakin, Latin harfleri ile yazılan Türkçe metinleri XVI. yüzyılın ilk yarısına kadar götürmek mümkündür.[3] Sayıları çok fazla olmayan transkripsiyon metinleri (transcribed texts) dediğimiz bu metinler, Osmanlı Türkçesi döneminde Arap alfabesine dayalı Osmanlı alfabesinin sınırlayıcılığına bağlı kalınmadan Batılı yazarlar tarafından kendi alfabe sistemleri ile kaleme alınmıştır. Bu metinlerin büyük bir çoğunluğunu Batılı yazarların Türkçeyi öğrenmek ve kendi insanlarına öğretmek amacıyla yazdığı konuşma kılavuzları, sözlükler ve gramerler oluşturmaktadır. Bu eserlerin yanında, Osmanlı coğrafyasında elçilik heyetiyle veya tutsak olarak bulunmuş ya da bu bölgeye ilgi duyan Batılı yazarlar, bazı seyahatname veya hatırat tarzı eserlerinde de çeviri yazılı olarak kısa Türkçe metinlere, bazen de küçük sözlüklere yer vermişlerdir. Bu metinlerde geçen Türkçe kelimeler, yazarlar tarafından kendi dilinin imkanları nispetinde Latin, Grek, Kiril gibi alfabe sistemleri ile yazılmış, böylelikle kalıplaşmış Osmanlı imlasından tespit edilemeyen bazı kelimelerin telaffuzları duyulduğu şekilde metne aktarılmaya gayret edilmiştir. Bunun içindir ki bu metinler transkripsiyon metinleri ya da bir diğer adıyla çeviri yazılı olarak adlandırılmıştır. Latin harfleri ile yazan Batılıların yanı sıra Osmanlı hizmetine girmiş yabancılar da bu alfabeyi kullanmışlardır. Mesela, III. Selim döneminde Padişahın kız kardeşi Hatice Sultan’ın sarayını yaptırmak için görevlendirilen Danimarkalı mimar Merling Osmanlı yazısını öğrenmeden padişahla Latin harfleri ile yazdığı Türkçe mektuplar ile haberleşmiştir.»[4]
Yunus İnce ve Bayram Akça, ortaklaşa yazdıkları, 1460’dan 1860 yılına kadar bu konuda 33 çalışmadan sözettikleri ayrıntılı olduğu kadar da önemli makalede, Avrupalıların Türkçe’yi öğrenme merak ve isteklerini biraz duygusal, biraz da milliyetçi gözle şöyle özetlemektedir:
“Erken modern dönemde (1450-1750) Osmanlı Devleti ile ekonomik, siyasi ve askerî ilişkileri olan Avrupa toplumlarında Osmanlılara yönelik bir korkunun varlığı bilinmektedir. Türklerle askerî alanda baş edememekten kaynaklanan bu korku, XVI. yüzyılın sonlarından itibaren Osmanlı merakına dönüşmüştür. Bu da giyimde, müzikte ve sanatta Osmanlıyı taklit şeklinde tezahür etmiştir. Türkçe öğrenme arzusu da bunun doğal yansımalarından birisidir. Türkçenin bu dönemde bir lingua franca, yani ortak dil olarak benimsenmesi dikkat çekicidir. Türk
korkusunun ve bunun doğurduğu Turquerie akımının Avrupa’da Türkçe öğrenme merakına etkileri ve bunun sonuçları tartışılacaktır... Ayrıca matbaanın Latince dışındaki dillerin -bu arada Türkçenin öğrenilmesindeki etkisine de değinilmiştir. Çalışmanın erken modern dönemdeki Türkçe algısını temel sebepleriyle ortaya koyması beklenmektedir.”[5]
Bireyler dahil olmak üzere halklar ya da devletler, düşmanının dilini korkudan ya da sadece merakından değil, onun gücünü ve zayıf yönlerini öğrenip kendilerini daha iyi savunmaları için öğrenir. Bilinçli ve akılcı bir davranıştır, merak duygusunun burada yeri yoktur. Hayranlık duyulan şey merak edilir. Avrupalıların Türkçe’yi öğrenmek istemeleri kuşkusuz Türkleri ve Osmanlı yönetimini daha iyi tanıma iradesine bağlanabilir. Ama unutmayalım ki, bu yüzyıllarda Avrupa Rönesans ve Reform hareketlerinin içinde, matbaanın icadıyla birlikte aydınlanma çağına doğru hızla ilerlemektedir din savaşlarına rağmen, Bazı büyük kentlerdeki Üniversitelerde Farslar, Araplar ve Türkler üzerinde araştırmalar yapılıyor, tarih kitapları yazılıyor; tez ve çeviri çalışmaları yapılıyordu. Matbaa baskılarının hızla yayılmasıyla kitaplar çoğalmış okuma-yazma oranı yükselmiş Latincenin yanı sıra yerel ve ulusal dillerde de kitap yayınları artma göstermiştir. Osmanlı başkentinde hâlâ kitapları müstensihler (kopyacı yazıcılar) elle yazarak, bireysel yetenek ve alışkanlığına göre düzenleyip çoğaltırken, onlar kitapların baskı ve yayın düzenini (mizanpaj vs.) bile neredeyse bugünkü standartlara ulaştırmışlardı. Söz konusu Harsany’nin bu kitabını Kölnn’de basıldığı (1672) tarihten 10 yıl önce, yani 1662 yılında Wittenberg Üniversitesi’nde Türkler üzerinde yapılan bir tez ve yine Türkleri ve Persleri anlatan bir kitap yayınlanmıştır aynı yayınevi tarafından. Altı kent birliğinden Zittau vatandaşı (Hexapolitanus) Heinricus Pladecius Hexpolitanus’un ‘Ali Şiiler’i Ve Sünniler Hakkında Ya Da Perslerin VeTürklerin Önemli Farklılıkları Hakkında Filolojik Tartışma’adını taşıyan 15 (A4) sayfalık Latince metin içinde İbranice, Grekçe, Arapça, Farsça ve Türkçe/Osmanlıca’dan sözcükler ve cümleler de yeralmaktadır.[6]
Avrupa Halklarına Türkçe Öğreten Kitap ve Yazarı
Jakop Nagy Harsany (1615-1676/79/84) bir öğretmen, diplomat ve 1672 yılında, Türk dilini öğreten bir el kitabı yayınlamış olmasıyla tanınan bir Macar oryantalistidir. Kitabın adı : Colloquiorum familiarium Turcico latinorum Seu Status Turcicus Loquens (Türkçe Latince Dostane/Güncel Konuşmalar veya Türkçe Konuşma Durumu(Statüsü). Kitap özellikle Türkler ile Macarlar arasında kalıcı olan ilişkilerin güncel gereksinmelerine yanıt vermekle birlikte, Latince konuşup yazabilen tüm Avrupa halklarına Türkçe’yi ve Türkleri tanıtmaya yöneliktir.
Jacob Harsany’nin Türkçesi, dönemin yazı dili ve sarayın, Ulema’nın ve Umera’nın konuştuğu ve divan edebiyatının Arapça-Farsça ve Türkçe karışımı olan Osmanlıca değil, İstanbul ve Rumeli’de konuşulan Halk Türkçesidir. Alpay İğci bu konuda Gyorgy Hazai’den bir alıntıyla şu tesbiti yapmaktadır:
« György Hazai eser hakkında hazırladığı çalışmasında yazar için ‘Osmanlı İmparatorluğuna geçen Avrupalıların çok daha az bağlantı kurduğu Anadolu’ya yönelmekten ziyade Rumeli’de dolaşmış olduğuna muhakkak gözüyle bakabiliriz’ şeklinde yazmış ve onun bu görüşü, bizim yaklaşımımızı destekler niteliktedir. Ancak ünlü bilim adamının ‘Öğrendiği dilin görüntüsü de, Anadolu’dan çok İstanbul ve Doğu Rumeli doğrultusunu göstermektedir.’[7] cümlesine biz, yukarıda örneklendirdiğimiz sebeplerden dolayı Batı Rumeli’nin de katılması gerektiğini düşünüyoruz. Jacobus Nagy de Harsany, bir Macar olarak, kendi memleketinin hemen güneyinde yer alan Osmanlı İmparatorluğu’nun geniş Rumeli topraklarında yol almış, muhtemelen Rumeli üzerinden (Batı Rumeli ve sonra Doğu Rumeli sahasından geçerek) başkent İstanbul’a ulaşmıştır. Güzergâh sırasında ve konakladığı yerlere de Türkçe bilgisini geliştirmiştir. » [8]
Kitabın kapağında şu kısa açıklama vardır :
«İmparatorluk Sarayının dışındaki ya da içindeki görevlilerin hepsinin (durumu); yönetecek kişiler için olan haysiyet, nitelik, lütuflar (görevler); yönetim biçimi (rejimi), devletin kara ve deniz gücü; keza huyları, adetler ve merasimler, çeşitli alışkanlıklar; din ve mezhepler ve de dindarlar vs., konuşmalar aracılığıyla sanki bir aynada yansıyormuş gibi, canlı bir biçimde gösterilmekte, ayrıca gerekli notlarla açıklanmaktadır.»
Kitap 8 ana başlık ya da bölüm (Caput) olarak düzenlenmiş; hancı (Ignotus), yolcu (Viator), yol kılavuzu (Dux Viae), çerçiler-dükkancılar (Institores), tüccarlar (Mercatores), çevirmen (Interpres), elçi (Legatus) vb.kişiler arasındaki konuşmalar, kurulan cümlelerin, kısa ya da uzun paragraflardaki Türkçe açıklamaların latince karşılıkları ayrıntılı biçimde verilmiş. Ayrıca her bölümün başında birkaç satırlık içerik özeti var. Kitabın genellikle birbiriyle ilişkili konular üzerinde verilen karşılıklı konuşmaları içerecek biçimde 8 ayrı bölüm oluşturulmuş.
Birinci bölümdeki, handa ve İstanbul yolunda, hancı (ignotus), yolcu (viator), yol kılavuzu(dux viae) arasında geçen konuşmaların, sayfaları da belirtilerek tümü verildi. Zaman zaman konuşan kişilerin karıştırılması düzeltilmiş ve sözlerin hangi kişiye ait olduğu belirtilmiştir. Diğer bölümlerden de ilginç bulduğumuz ve bilgilendirici bazı anlatıları örneklemeyi uygun bulduk. Latince tarnskripsiyonlu 17.yüzyıl Türkçesi italik, ayraç içinde günümüz Türkçesi normal, Latince karşılıkları ise bond’lu (koyu) yazıldı. Örnek olarak verilen uzun anlatıların Latince karşılığının tamamını yazmak gerekli görülmeyip, genelde baştan ve sondan birkaç satırla yetinildi.
Kitabın 12 sayfası ithaf ve önsöz, 510 sayfası Türkçe-Latince konuşmalar ve açıklayıcı bilgiler, 25 sayfası indeks, 10 sayfası Muhammed’in Vasiyeti’ne ayrılmıştır.* 16.ve 17. Yüzyıllarda Avrupa halklarına Türk dilini öğretme, Osmanlı yönetimini ve Türkleri tanıtma girişimlerinde Jacob Nagy Harsany’nin övgüye değer başarısı asla yadsınamaz. Bu yüzyıllarda yapılan çalışmaların hiçbiri bununla kıyaslanacak denli geniş kapsamlı ve öğretici olmamıştır.
Kitapta Osmanlı Halk Türkçe’sinde kullanılan harflerin Latince trans
!kripsiyonu ve bazı örnek sözcükler:
Ş: s, symdiden (şimdiden),
S : sz, szabanuz (sabahınız),
C: gc, tz, tj, tz, tc, gsevaba (cevaba),
Ç: ts, cs, hits (hiç),
G: gy, gyün (gün),
Y: j, ejgce (eyice),
Y, i, iahod (yahut),
SS: Almanca’da kullanılan kuyruklu B, ssagh (sağ),
Ğ gh,
İ: e,
Ö: ü,
H: ch, kh.
N: m
* Kitaba ek olarak sunulan, dindar bir hristiyanın Muhammed Peygamber ve İslam dini hakkında görüş ve düşüncelerini içeren, yani, yazarın kendi görüş açısından İslamı tanıtan bu on sayfalık bölüm de dikkat çekici bir çalışma gibi görünüyor. Onun da Türkçe’ye çevrilse yararlı olur düşüncesindeyim.
[1] A 17th Century Odyssey in East Central Europe, A Biography of Jakab Harsanyi Nagy, Central European University, Hungary-Budabest, 2010
[2] Agâh Sırrı Levend, Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri, Ankara, TDK, 1972, s. 11.
3Ayrıca Türkler arasında on üç yıl esaret hayatı yaşamış bir Macar olan Bartholomaeus Georgiević’in 1544’te yazdığı De Turcarum ritu et ceramoniis (Türklerin adet ve gelenekleri) adlı kitabını görmekteyiz. Georgiević’in Türkler hakkındaki gözlemlerini anlattığı bu eserdeki altı sayfalık Latince-Türkçe sözlük ve bir Hristiyan ile Müslüman arasında geçen diyalog Türkçenin o güne kadar matbaada basılmış belki ikinci Latin harfli transkripsiyon metni olmalıdır. İ.K.
[4] Ömer Yağmur 2014 s.206 : (Doç.Dr. Ömer Yağmur, ‘Erken Dönem Türkçe Transkripsiyon Metinleri ve Bunların Dil Araştırmaları Açısından Önemi’, FMS İlmi Araştırmalar, İnsan ve Toplum Bilimleri Dergisi Sayı 4, İst. 2014, s.202-217.
[5] Yunus İnce ve Bayram Akça, ‘Osmanlı Döneminde Latin harfleriyle Türkçe Yazılan Eserler ve Yazarları’, https://doi.org/10.32704/erdem.471084.
[6]İsmail Kaygusuz’un özel digital arşivinde incelenmesi henüz tamamlanmamış dosyadan.
[7] György Hazai, Jakab Harsany ‘Nagy’ın Latin Harfleriyle Yazılmış Türlçe Metinleri’, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten 308, Ankara,1971, s.47-59.
[8] Doc.Dr. Alpay İğci, ‘1672 Tarihli Colloquia Familiaria Turcico-Latina’da Tarihî Ağız ve batı Rumeli Tarzı Fiil Çatısı’, Diyalektolog (2015), sayı 10, s.71-76) »
İsmail Kaygusuz
Giriş
“Yükselme Devri” adını taktıkları dönemin, tam 46 yıl tahtta oturan en büyük padişahı Kanuni Sultan Süleyman’ın (1520-1566) sekizinci padişahlık yılında Anadolu’da büyük bir toplumsal başkaldırı, bir halk hareketi yükselmişti. Bu hareketin başında Hünkâr Hacı Bektaş Veli evlâtlarından dergâh postnişini Kalender Çelebi(1476-1527) bulunuyordu. Kırşehir-Aksaray-Niğde ekseninden yükselen isyan, birkaç ay içerisinde Doğu’ya doğru tüm Anadolu’yu sarmış, üzerlerine gönderilen Osmanlı ordularını peşpeşe yenmiş ve Muhteşem Süleyman’a tahtında korkulu rüyalar yaşatmıştır. Solakzade, Peçevi, Müneccimbaşı vb. Osmanlı tarihyazıcıları lânetliyerek, küfrederek geniş biçimde bu isyanı anlatmaktadırlar. Kalender Çelebi isyanı, “Oğlan Şeyh Maşuki” romanımın yaklaşık 30 sayfasını kapsamaktadır. Burada sizlere Kalender Şahı’ın, diğer adlarıyla Civan kalender, Kalender Abdal, Kalender Çelebi’nin büyük mücadelesini olabildiğince kısa tıtarak atlatmaya çalşacağım
Kalender Öncesi Başkaldırılardan Kısa Bir Özet
1511 Şah Kulu Ayaklanması Teke Yarımadası’nda, 1512 yılı Nur Ali Ayaklanması Doğu Anadolu’da, Erzincan’dan başlamasına karşın, Kalender öncesi isyan hareketlerinin başlangıç alanı tamamıyla Orta Anadolu’dur. 1517 yılında Amasya ve Tokat’ta başlayan başlayan Bozoklu Celal ayaklanması iki yıl sürmüş, Amasya, Tokat, Zile, Artukabâd ve Sivas yörelerinde etkili olmuş. Osmanlı beylerbeyi oduları ve Dulkadir beyi Şehsuvar Ali Bey güçleriyle çatışmalar sonucu Şeyh Celâl öldü. Bu olay sonrası Anadolu’da ortaya çıkan bütün halk hareketleri “Celâli” olarak anılmaya başlandı.
1519’da Şah Veli ayaklanması, 1525-1526 Süğlün veya Süklün Koca ve Baba Zünnun ayaklanması peşpeşe devam etti. Süğlün Koca-Baba Zünnun eyleminin bastırılmasından kısa bir süre sonra ardı arkası kesilmeyen baskı ve kıyımlar nedeniyle Bozok bölgesinde olaylar yeniden patlak verdi. Eylemin öncülüğü Zünnunoğlu diye anılan biri tarafından yürütülüyordu. Öncekiler gibi, çıkan çatışmalarda güçlü Osmanlı ordusu karşısında isyancılar ağır bir yenilgiye uğradı.
Kalender Çelebi İsyanı’nın Başlaması
Aynı yılın Mart ayında Kalender Çelebi ayaklanıp Kırşehir yöresinden Kazova’ya doğru harekete geçmişti. Baba Zünnuncuların eylemiyle aynı yıl ya da birbirini izleyen yıllarda ortaya çıkan bu iki ayaklanma, Alevi-Bektaşi-Kızılbaş inançlı halk kitlelerinin ilk ciddi toparlanışıdır. Bizce bu, Alevi-Bektaşilerin Hacı Bektaş Dergâhı’na manevi bağlılığın siyasasal birliğe dönüşmesi “İstanbul şehrindeki tac-ı devleti” elegeçirmek için bilinçli bir andlaşma ve güçbirliğidir. İran Şahları’ndan bir yarar gelmeyeceği kesinlikle anlaşılmış. Bu birliğin lideri olarak Hünkar Hacı Bektaş Veli’nin torunlarından Dergâh’ın postnişini Kalender Çelebi’yi kendilerine Şah seçmişlerdir. Olasıdır ki Dergâh’ta yapılan birlik toplantılarında hâlâ, İran’ın yeni Şahı Şah İsmail oğlu Tahmasp’tan yardım bekleyenler ve Şah’a gidip onunla konuşmasını, hatta Kalender’i etkileyecek kadar arzu edenler mevcuttu. Böyle olduğunu, dönemin önemli bir tanığı olan Koyun Abdal gibi bir aşığın hüzün dolu, ağlamaklı bir şekilde, adeta yalvaran şiirinden anlıyoruz:
Seni şaha gider derler
Gel gitme güzel Kalender
Anan atan yüzü suyun
Terketme güzel Kalender
Bölük bölük oldu beyler
Yedilmez oldu yedekler
Terketme bizi Kalender
Gel gitme güzel Kalender
Sen Hacı Bektaş oğlusun
Şu aleme dopdolusun
Sen de bir erin oğlusun
Gel gitme güzel Kalender
Koyun Abdal durmuş ağlar
Kurulmaz oldu otağlar
Dikildi sayvanlar tuğlar
Gel gitme güzel Kalender
Elbette ki Kalender Çelebi Şah Tahmasp’a gidip yardım dilememiştir. Bunu öğrenir öğrenmez artık Koyun Abdal’ın üzüntüsü geçmiş; beylere, ağalara, hatta dağlara ve kayalara sevincini şöyle haykırıyordu:
İşidin beyler ağalar
Pirim Kalender geliyor
Yüce dağlar sarp kayalar
Pirim Kalender geliyor…
Artık Kalender Şah isyanın başındadır. Ancak Kalender Şah’ın daha önceden, yeni Şah’ın babası Şah İsmail Hatayi ile iki kez görüşmüş olduğunu belirleyen bazı açık belgeli ve bazı dolaylı kanıt ve söylemler vardır. Bu görüşmelerden birincisi 1508’de, Kemalpaşazade’nin ifadesiyle “Serhat-i Rum’da (Sivas)”, yani Osmanlı’ın doğu sınırında; Yıldız Dağı eteklerinde gerçekleşmiş. Diğeri ise, 1519 ile 1524 arasında bir heyetle Tebriz’e giderek Şah’la görüşmesidir. Şah Hatayi’nin bu görüşmeyi anlatan aruz vezniyle yazdığı bir şiiri vardır.
Kalender Şah Ayaklanmasının Geçirdiği Süreçler
Genel olarak büyük isyanın çıkış nedenleri şunlardı: 1. Anadoluyu kasıp kavuran yoksulluklar. 2. Toplumun üzerindeki kesintisiz süren baskı ve kıyımlar. 3. Halkın üretiminin çeşitli adlar altındaki kaldırılamayacak ölçüde ağır olan vergiler yoluyla yağma ve talan edilmesi ve bunun sonucunun doğurduğu aşırı yoksulluk. 4. Sultanın kulları sayılan toplumun sürekli sonu gelmez seferlere götürülmesi ve gidenlerden bir çoğunun geri gelmemesi 5. Türkmen kökenli büyük çoğunluğu Sünni timarlı sipahilerin timarlarının, yani işledikleri toprakların ellerinden alınması. 6. Adalet dağıtmakla yükümlü kadıların adaletsizliği ve başını alıp yürüyen rüşvet ve yolsuzluk. 7. Bitmek bilmeyen sıkıntı ve baskılardan bunalan toplumun devlet idaresinden hoşnutsuzluğu. 8. Kızılbaşlık inancının dinsizlik ve cürüm/suç nedeni sayıldığından mensuplarının katlinin vacip görülmesi. 9. Bu nedenle özellikle bölge kadılarının ihbar ve suçlamaları sonucu, Dersaadet’ten gelen Padişah fermanlarıyla güvenlik güçlerinin aralıksız Kızılbaş avına çıkmaları. 10. Halkın geçim kaynağı tükenmiş kaybedecek bir şeyi kalmadığından başkaldırı zorunlu hale gelmiştir.
Ankara, Kırşehir, Bozok (Yozgat) Tokat, Sivas, Erzincan, Maraş, Adana ve Tarsus Kalender öncesi ayaklanmaların alanı olmuştu. Kazova’ya sancak dikildiği takdirde Kalender Şah bütün güçlerin birleşmesini sağlayabilirdi. Pir Sultan Abdal bir nefesinde bunu dile getirmiştir. Zamanın velisi Kalender donunda Ali’nin zuhur ettiğine inanan Pir Sultan ona sesleniyordu:
Gözleyi gözleyi gözüm dört oldu
Alim ne yatarsın günlerin geldi
Korular kalmadı kara yurt oldu
Ali'm ne yatarsın günlerin geldi
(…….)
Mümin olan bir nihana çekilsin
Münafık başına taşlar üşürsün
Sancağımız Kazova'ya dikilsin
Ali'm ne yatarsın günlerin geldi
(...)
Pir Sultan Abdal'ım bu sözüm haktır
Vallahi sözümün hatası yoktur
Şimdiki sofunun yezidi çoktur
Ali'm ne yatarsın günlerin geldi
Ayaklanmayı bastırmak için Sadrazam İbrahim Paşa görevlendirilmiştir. İbrahim Paşa karargâhını Aksaray’la Karaman arasında bir yere kurdu. Anadolu beylerbeyi Behram Paşa ile Karaman beylerbeyi Mahmud Paşa eyalet askerleriyle ona katılmış. Her iki Paşa'nın askeri birlikleri, Kazova'ya yönelen Kalender Şah'ın ardına düşmüşlerdi. Kazova'da yapılan korkunç savaşta Kalender'in yoksul köylü Kızılbaş savaşçıları Osmanlı ordusunu bozguna uğrattı.
Birleşik Osmanlı ordusuna karşı Kalender güçlerinin verdiği ikinci amansız mücadeleyi, yani Cincifle savaşını, Maşuki romanının yazarının Osmanlı tarihyazıcılarının anlattıklarına dayanarak kurguladığı Kalender Şah’ın, Pir Ali Aksarayi’ye yazdığı mektuptan okuyalım. Onun ağzından duymuş gibi olacaksınız:
Kalender Abdal Şahnamesi
“Çok muhterem müsahib biraderim,
Evvela selam ve muhabbetlerimi sunar gözlerinden ellerinden öperim kardaşım. Belki haberini almışsındır; namem eline ulaştığında herhalde beşinci gün olacak ki, Cincifle denilen mahalde Osmanlının inkâr kuvvetlerinin belini kırdık Şah-i Merdan Ali’nin himmetiyle. Beli Sultan’ım, Kazova’da ellerini ayaklarını budamıştık Osmanlı’nın, bu kez gerçekten belini tam orta yerinden kırdığımıza inanıyorum. Dulkadiroğulları’ndan üç oymak, savaşın sonlarına doğru yetişip bize katıldılar. Belki de, onların yardımıyla bu zaferi kazandığımızı içinden geçirmişsindir, ama öyle değil. Gazilerim bendini yıkan sel gibi düşmanın üstüne saldırmış aman vermiyordu. Düşünsene bir; Karaman beylerbeyi Mahmut paşa, Alaiye beyi Sinan, Amasya beyi Koçi haini ve yoksul halkın iliklerini emen Anadolu Timar defterdarı Ruhi ve Karaman defterdarı kethudası Şeyh Mehmet beyin birliklerinden oluşan kocaman Osmanlı ordusunu darmadağın ettiler. Paşalar, beyler ve defterdarlar baskınlarda ya da kaçarlarken öldürüldüler. İyi ki esir düşmediler; yoksa benim yufka yüreğim dayanamaz ve salıverirdim. Benim kardaşım diyeceğim o ki, bu Dülkadirli oymaklarına güven duymuyorum ben. …Dulkadirli Şehsuvaroğlu Ali beyi hatırla; …Osmanlıyla işbirliği yapıp, kıymetli ve rahmetli taliplerim Şah Veli, Süklün Koca Dede, Zünnun Baba ayaklanmalarını bastırmada yardımcı oldu. Yol kardaşlarını katletmekten geri durmadı, Padişah’ın bağışladığı yeni arazilerle timarını genişletmesi uğruna. Bunun içindir ki, baştan beri yanıbaşımda bulunan Veli Dündar can dışında, Dülkadirli beylerin hiçbirine güvenemiyorum.
Savaş sonunda üç gün boyunca derlenip toparlanmaya çalıştık. Şehitlerimizin cesetlerini toplayıp gömdük. Kaybımız fazla olmadı; düşmana verdirdiğimiz kayıbın onda biri bile değildi. Tanrının rahmeti hepsinin üzerine olsun. Muhammed’in şefaatından, Şah-i Merdan’ınhimmetinden mahrum kalmasınlar. Üçüncü gün Cuma akşamı şehitlerimiz için dârdan indirme ve birlik cemleri yaptık; bu dünyadaki tüm kusur ve kabahatlarından arınıp, yaşayan canlardan razılık alıp ak-pak Hakka yürüdüler; onun muhabbetinde buluştu, bütünleştiler. Gazilerimle yaptığımız bu büyük Cem’de sabaha kadar dağ-taş gülbenk, saz ve deyişlerle inledi………..40 bini aştı silahlı asker gücümüz. Düşman birliklerinin bir çoğu da tüm ağırlıklarını savaş meydanında koyup kaçtılar. Bu savaş ganimeti, silahlar dahil her türlü ihtiyaç malzemesinin tükenmeye yüztuttuğu anda imdadımıza yetişti. Bütün askerlerimizi tam anlamıyla donattık, maneviyatları çok yüksek. Yüzbin Osmanlı askeri de gelse önünde duramaz artık; Osmanlı’nın bu baskı düzeni yıkılmalıdır! güneydoğuya Safevi sınır boyuna, Maraş ve Malatya topraklarına doğru yürüyüşümüzü sürdürüp gücümüzü daha da artırdık. Osmanlı ordusunu peşimizden içerilere doğru çekerken, bir yandan da gece baskınlarıyla iyice yıpratıp, Adana çevresindeki ve İçel-Tarsus hattındaki isyancılardan Tonuzoğlu ve Atmaca’nın kuvvetleriyle de birleşince Maraş, Malatya arasında Nurhak çevresinde tümüyle yoketmeyi düşünüyoruz. Sonra yönümüzü batıya döndürüp, Pir Sultan zakirimin dediği gibi ‘Padişah’ın tacı ile tahtını’ almaya ve halkı ‘mülkün iyesi’ yapmaya gideriz........
İmza: Kalender Abdal, bende-i Şah-ı Velâyet ve evlâd-ı kutbu’l arifin Hünkâr Hacı Bektaş Veli”
Kalender Çelebi Başkadırısının Sonu
Kalender Çelebi Cincifle zaferinin arkasından, hemen harekete geçerek, morali çok yüksek olan isyancıların güneye doğru yürürken, başıbozukluk ve disiplinsizliğe düşmeden ilerlemiş, hatta Osmanlı güçlerine karşı başarılar da kazanmışlardı. Dağıtılmış Baba Zünnun isyancıları toparlanmaya başlamış, Adana/Kilikya bölgesinde birlikler oluşturarak kuzeye yönelmiş, Maraş’a doğru çıkıyorlardı.
Akıllı olduğu kadar da kurnaz olan Sadrazam İbrahim Paşa, Cincifle yenilgisini asla onurununa yediremedi. Çok kısa zamanda caşıtları aracılığıyla da Dulkadirli beylerin gerçek niyetlerini anlamış oldu; gönülsüzdüler, timar arazileri ellerinden alındığı için yönetime çok kızgındılar. Öyle ki, Dulkadirli Çavlı oymağı beyi yakınlarına; “Padişah topraklarımızı geri verse, toprağımızı işler Osmanlı’ya asker yetiştiririz. Böyle bir ferman çıksa hemen geri dönerim. Gitmem bu Kızılbaş’ın peşinden” dediğini öğrendi.
Bu beylere elkonulan yurtlarının, dirliklerinin, tımar arazilerinin genişletilerek geri verileceği sözü verildi. Bu çıkarlar karşılığı Osmanlı yöneticileriyle anlaşma sağlayan çevreler Kalender Çelebi saflarını özellikle geceleri hızla terketmeye başladılar. Öyle ki, Banaz ve Karaçayır kuşatmalarını yarıp çıktıktan sonra güneye, Maraş-Nurhak Dağları yöresine yöneldiklerinde, bu ayrılmalar önlenemiyecek biçimde hızlanmıştı. Kalender Şah’a katılan Dulkadir Beylerinden sadece Veli Dündar, verdiği ikrardan dönmeyerek ona ihanet etmemiş ve Pir’ini yalnız bırakmamıştı.
Gelişmeleri yakından izleyerek durumu öğrenen Sadrazam İbrahim Paşa, isyancıların üstüne saray çaşnigirlerinden Belalı Mehmet ve Deli Pervane adındaki adamlarının komutasında, İstanbul’dan birlikte getirdiği yeniçeri ve atlı sipahileri gönderdi.
Bu güçler 8 Ramazan (22 Haziran) 1527 günü Maraş - Nurhak Dağlarında bulunan Başsaz Yaylası’nda* ayaklanmacılar üzerine ansızın baskın düzenlediler. Bu ansız saldırı az sayıda bulunan Kalender Çelebi saflarının toparlanmasını ve şaşkınlığı üzerlerinden atmasını önlemişti. Aralarında kıyasıya bir çatışma çıktı. Savaşın sonunda, 40 binden 3 bine inmiş Kalender Çelebi güçleri ağır bir yenilgiye uğradı. İsyana katılanların büyük çoğunluğu kılıçtan geçirildi. Önderler öldürüldü. Ayaklanmacıların başında bulunan Kalender Çelebi ve Kalender Çelebi’yi sonuna dek yalnız bırakmayan Veli Dündar’ın başları kesilerek atların terkilerine bağlanıp, daha sonra bal torbalarına konularak Süleyman Padişah’a gönderildi.
İmam Hüseyin Kerbela çölünde tek başına kaldığında, aldığı onca kılıç ve ok yarasına rağmen dimdik ayakta yalın kılıç, nasıl gücü kesilinceye kadar mücadele verdiyse; Kalender Abdal da boyun eğmedi, bir başına göğüs göğüse savaşarak, direnerek ölüme gitti.
* Nurhaklıların evsahipliğinde Tokat, Amasya, Gaziantep, Urfa’dan çeşitli adlar taşıyan Alevi-Bektaşi Dernek üyeleri ve yakın ilçe ve köylerinin katılımıyla, 19 Temmuz 2019 günü çok kalabalık bir topluluk tarafından Şah Kalender Çelebi anıldı. Anma töreni, başta Hünkâr Hacı Bektaş Veli Dergâhı Postnişini sayın Veliyettin Ulusoy olmak üzere, dernek başkanları ve bir-iki yetkin kişinin Kalender Çelebi hakkında yaptıkları konuşmalar, coşkulu Semah gösterileri, zakirlerin çalıp çığırdıkları Kalender Çelebi ve diğer ozanların nefes ve deyişleriyle gece yarısına kadar sürdü. Gönüllerin birlendiği bu coşkulu gecenin ardından 20 Temmuz günü öğleye doğru, Nurhak Dağları’nda artık Başsaz adının unutulduğu yaylayı ziyaret ettik.
Yüksek kayalıkların sıralandığı iki derin vadinin birleştiği yeşil bir alan burası. Kim olduğu ve hakkında hiç birşey bilinmeyen Kara Dede’nin türbesinini bulunduğu mezarlığın karşısında; piknik için veya türbe ziyaretine gelenlerin sığınması, oturup dinlenmesi veya sofra açıp yemeklerini yemeleri için direkler üzerine kurulmuş dört yanı açık ve üstü kapalı birbirine bitişik iki salon bulunmakta. Tahminen 150-200 metrekarelik bu çok eski mezarlığın içinde 1-1,5metre yüksekliğinde kumtaşından kesilmiş üç mezar taşı, dallarına çaputlar bağlanmış birkaç çam ağacı ve çoğu devrik düzgün olmayan küçük mezar taşları göze çarpmaktadır. İki derin vadinin birleştiği yaylaya geniş ağızlı bir borudan fışkıran bacak kalınlığı buz gibi kaynak su hayat vermektedir.
Yayla stratejik bağlamda, bir askeri birliğin düşmandan korunması için saklanmaya çok uygun bir alan olduğu kadar; herhangi bir biçimde yer tesbiti yapıldığında, kaçış yolunun olmayışı nedeniyle bir baskınla toptan yokedilmesi de kaçınılmazdır. Buradaki Kara Dede mezarlığının, Başsaz kırımında şehit edilen Şah Kalender Çelebi erlerine ait olması çok büyük olasılıktır. Kuşkusuz bu olasılık, ancak yapılacak bir sondaj kazısında çıkarılan kemiklerin C14 testi sonucu gerçeğe dönüşebilir.
Bu semte Kalender Çelebi Yaylası veya Kalender Çelebi Vadisi adı çok yakışır. Halk arasında bu adla çağrılmasını herhangi bir sakıncası olmasa gerektir. 22 Haziran 1527 yılında, Hünkâr Hacı Bektaş Veli Dergâhı Postnişin’i Mürşid-i Kâmil Kalender Çelebi ve onu terketmeyen erlerinin toptan şehit edildiği o zamanki adıyla Başsaz yaylasına bu adın verilmesi, onların acılı hatırasına saygı gereği bir eylem olacaktır.
Sivas'tayakılan otuz beş de can
Kalbimizin ortasında yaşayan
Laiklik ve demokrasi yolunda
Yanıp yakılırken ışıklar saçan
Ağladılar Şah Hüseyin'e
Ali ve Fatma’nın nazlı çiçeği
Yolundu gülzardan güller ağladı
Dedesi Muhammed’in gözbebeği
Şah Hüseyin’im diyen diller ağladı
Selam olsun 12-15 Mart 1995'e
Selam olsun Gazi halkının direnişine
İsyanda düşenlere
Barikatlarda vuruşanlara selam olsun!
Rum Sebasta'sından bozulma Sivas
Adın kutsal kent ama için kara yas
Sana kim dediyse Pir Sultan'ı as
93'de yak diyen de onlardı
Onlar sefil yobaz canavarlardı
Ülkemiz öyle mi aydınlanacak
Katil veren ağaçlar budanacak
Selam Uğur Mumcu sana bin selam
Destur alıp ol Dergah'a varalım
İkrar ver ki görülüp sorulasın
Destur alıp ol Dergah'a varalım
Şiirleştiren Derviş Baba
Hernasılsa bir gün camide Baba
Namaz kılmak için geçti ön safa
Eğildi doğruldu baktı sağ sola
İçinden geçen hep hatam varm'ola
Şiirleştiren Derviş Baba
Vali ve kaymakam kafası esti
Çarşı esnafını ziyaret etti
Niyetleri halka yakın olmaktı
Hallerini ahvalini sormaktı
Şiirleştiren Derviş Baba
Bir Sünni köylü dindar mı dindar
Beş vaktine beş vakit daha katar
Ağzından düşürmez besmele Allah
Her sözün başında bir yemin billah
Şiirleştiren Derviş Baba
Bir Bektaşi babası yürürken yolda
İki bekçibaşı sopalar elde
Yatırmışlar birini falakaya
Görür üzülür ya girmez araya
Şiirleştiren Derviş Baba
Şırıl şırıl bir dere akıyordu
Baba Erenler dalmış bakıyordu
Çimenin üstünde bir şişe şarap
İçi kazınıyor hali pek harap
Şiirleştiren Derviş Baba
Erenler'in yolu düşmüş camiye
Hoca tam başlamış vaız vermeye
Cem'ata Allahı anlatıyormuş
"O ne doğar ne doğurur" diyormuş