Oku, bilgilen, fikir sahibi ol; zihnin ve gönül dünyan zenginleşsin! Dr. Ismail Kaygusuz

Kitap VI. Muhteşem Süleyman’ın Tahtını Sarsan Civân MA’ŞUKÎ

Oku, bilgilen, fikir sahibi ol; zihninve gönül dünyan zenginleşsin! Ürettiğimiz bilgiler özgür, özgün ve karşılıksızdır.

Alıntı yap, indir, adımı silip sahiplenmeden kayıt altına al ve yakınlarınla dostlarınla paylaş!

Dr. Ismail Kaygusuz

 

masuki-önkapak

"İbrahim Paşaaa! İbrahim Paşaaaam! Buldum, buldum dersaadet Konstantiniye halkına dehşet salacak ve Oğlan Şeyh'i unutturacak olayı bulduuuum!" dedi Süleyman Padişah.

Olayın ne olduğunu ve İstanbul halkını nasıl bir dehşet ve korkuyla sarsacağını aynı saray tarihyazıcısından (va'ka-nüvis) dinleyelim: Bir hırsızlık olayı üzerine, Süleyman Han, sokak aralarında dolaşan bütün satıcıların yakalanmasını emir buyurdular. Sekiz yüz kişi yakalandı. Bunlar, şer'an katledilmelerini gerektiren hiçbir delil olmadığı halde, bir gecede, ya asılarak ya da boyunları vurularak öldürüldüler!

Roman, Osmanlı'nın öteki korkunç yüzünü sergilemektedir. Osmanlı sarayının içyüzünü, Süleyman Padişah'ın ve sadrazam İbrahim'in halka-re'ayaya bakışını, saray kapıkullarıyla ilişkilerini, kısacası dönemin saray yaşamı hepsi Maşukî'nin gözünden verilmektedir.

Ayrıca dönemin sosyo-politik olaylarını, özellikle Maşuki'nin doğup büyüdüğü, yetişmiş olduğu yer olan Aksaray'ın yanıbaşındaki Hacı Bektaş Veli Dergâhı ve postnişini Kalender Çelebi'inin o yılların toplumsal hareketlilik içindeki yeri ve önderliğinde büyük Kızılbaş başkaldırısı ve savaşlar, çarpışmalar, kırımlar dahil..

ÖNSÖZ YERİNE

1990'lı yılların başlarında "Oğlan Şeyh Ma'şukî Duruşması" adıyla yazmış olduğum oyunda, Kanunî Sultan Süleyman döneminden bir 'Siyaseten Katl' olayını ele almıştım. Öyle ki, bu olayı ilk öğrenip de derinliğine araştırdığımda, aynı dönemin ve sonraki yüzyılların tarihyazcılarılarıyla Melâmi yazarlarının yazdıkları; Şeyhülislamların fetva yazılarında anlatılanların herbiri İsmail Ma'şukî daramının neredeyse birer sahnesini oluşturuyordu. Zihnimde bıraktığı izlenimle oturup, bu sahneleri gerçek tiyatro sahnelerine dönüştürerek olayların gelişimiyle başı sonu belli bir bütünselliğe kavuşturmuş oluyordum aslında.

Bilindiği üzere, Osmanlıda merkezi hükümet kuvvetlenip, Doğu'nun teokratik devlet anlayışı tam yerleşince, devlet dini Ortodoks İslam (Sünnilik) seçilmiş ve dogmatik Sünni inanca aykırı düşünce ve görüşler yasaklanmıştı. Ama İsmail Ma'şukî çekinmeden Edirne ve İstanbulda doğru bildiklerini camiler, mescit, tekke ve sokaklarda halka anlatmayı sürdürmüştür. Osmanlı devleti tarihinde, resmi inancın (Sünniliğin) tapınağı "Allahın Evi" olarak nitelenen camilerinde, devlet dinine başkaldırmış ve aykırı inanç siyasetiyle kitleleri öylesine etkilemiş başka örnek göremiyoruz.

Duruşmalar sırasında ölümle korkutulması İsmail Maşuki'nin kılını bile kıpırdatamamış. Ölümün üstünü üstüne giderek şunları söylemiştir:

"Beni öldürün, öldürün beni! Benim katlimde hayat vardır. Ölüm tatlı şeydir; Kafes kırılınca kuş uçar. Benim ölümüm yaşamam demektir, beni öldürünüz!"

Oğlan Şeyh'in Semerat-ul Fuad'da geçen bu sözleri, Hallacı Mansur ( 857- 922) Divan'ındaki ünlü "Uktulüni ya sikati, innafi katli hayati, mamati!-Ey eski dostlarım, beni öldürünüz! Yaşamam öldürülmemdir benim" diye başlayan kasidesinden uyarlamadır.( Louis Massignon, Hüseyin Mansur Hallac, Diwan, s.54 ) Demekki Maşuki Hallacı Mansur'u çok iyi incelemiş ve onun Enelhak (Ben Tanrıyım) inancını benimsemiştir. Benimsemek bir yana, bunu yaşama geçirmenin korkusuzca siyasetini yapmıştır. Yalnız o mu? Ma'şukî konuşmalarında sıkça Şeyh Bedreddin'in Varidat'ından alıntılarda bulunuyordu. Bedreddini'nin düşüncelerini de özümsemiş ve onun yolunu izliyordu.

O Sünni dogmatizminin karşısına, aldığı eğitim, bilgi ve gözlemlerden elde ettiği toplumsal kazanımlarla oluşmuş bilinç düzeyinin desteğinde dikilmiş ve genç yaşının tüm dirilik ve korksuzluğuyla tekbaşına Muhteşem Süleyman'a tahtını sarsmıştır.

Kuşkusuz Osmanlı başkentinde o güne değin görülmemiş bir biçimde yönetimi, ulema ve umerayı aykırı düşünceleriyle titreten Ma'şukî yaşatılmamıştır. Ayvansarayi, Hadikat'ül Cevami ( c.1, 124 ) adlı eserinde şunları yazıyor:

"935 hicri, yani 1528 yılında kısa bir mahkeme sonunda, Atmeydanı'nda kafası kesilip, başı ve vücudu ayrı ayrı Ahurkapu'dan denize atılmıştır. Halk arasında ermiş velilerden biri olarak saygı görmekte olan Oğlan Şeyh, müritlerinden birinin düşüne girip, cesedinin üç gün sonra karaya vuracağını ve arkasından başının geleceğini söyler. Derviş tarif edilen yerde beklemiş. Önce cesedi, bir gün sonra da başı ortaya çıkmış Şeyh'in. Ve ikisini birleştirerek gömmüş. Sonra Kayalar adı verilen bu yere azizin türbesi yaptırılmıştır."

Maşuki olayı Osmanlı'nın öteki korkunç yüzünü açık seçik sergilemektedir. Osmanlı Şeriat yönetiminin Sünnilik dışındaki aykırı inançlara (heterodoksie), yenilikçi düşünceye yaptığı acımasız baskının kurbanıdıydı o. Kanuni Sultan Süleyman'a karabasanlı düşler gösteren, padişah tahtını titreten Osmanlı devrimcisi bu yiğit isyancıyı, 1970'lerden 90'lara ulaşan dönem içinde daha çok sloganlarla kendilerine yön belirleyen devrimci sosyalist gençlik Ma'şukî'yi asla tanımadı Ne de Anadolu Türk tarihi içerisindeki sosyal ve siyasal mücadeleleri, büyük halk ayaklanmalarını ve katliamları öğrendiler! Batı'nın sosyo-politik sınıf mücadelelerine takılıp kaldılar ve bu taklitçilikle sol hareket kendini yiyip bitirdi.

1996 yılı içinde Devlet Tiyatroları genel Müdürlüğüne gönderdiğim, Oğlan Şeyh İsmail Maşuki Duruşması'nın repertuvara alınmadığı, 1997 Şubat'ının üçüncü haftasında anlaşılması güç birkaç cümlelik gerekçe ile bidirilmişti. İslamcı Necmeddin Erbakan'ın başbakanlık dönemiydi. Oyun, 1528'de Muhteşem Süleyman'ın sekizinci saltanat yılında geçen bir olay üzerine kuruluydu. Tamamıyla o dönemin kaynaklarına dayanan belgesel bir oyundu; Osmanlı sarayı ve hukuku irdeleniyordu. Açıkça anlaşılıyordu ki, iktidardaki hükümetin anlayışına ters düştüğü için reddedilmişti. Bir hafta sonra 28 Şubat'ta post-modern darbe olarak nitelendirilen Sincan sokaklarında tankların yürümesiyle Erbakan istifaya zorlanmış, Çiller başbakanlığa getirilmişti. Mart ayının ilk haftası içinde baş dramaturgdan bir mektup aldım ve reddedilen oyunun repertuvara alındığı bildiriliyordu. Bu nasıl bir gayretkeşliktir¬? İki mektubu yazan da aynı kişi, kararını değiştiren de aynı kuruldu!

Ma'şukî olayının oyun olarak sergilenmesi kuşkusuz önemliydi. Çünkü Padişahları adaletli yönetimleriyle birer evliya olarak gören, mezarlarını evliya türbesi gibi ziyaret eden zihniyetin gerçekler yüzüne çarpılacaktı. Gelin görün ki oyun, 15 yılı aşkın zamandır repertuvarda olduğu halde; yükselme devrinin Muhteşem Padişahına kafa tutan Ma'şukî'nin gösterdiği cesaretin binde birini gösterebilen bir yönetmen çıkıp, oyunu sahneleyemedi. Oyun 1999'da kitap olarak yayınlandı ya, hiçbir yönetmen ilgilenip seyirciye ulaştırmayı denemedi. Buna karşılık Osmanlı saraylarının ihtişamından, ana sultanlar ve şehzadelerin yaşamlarından kesitler üzerine yazılmış çok oyunlar görüyorduk tiyatro sahnelerinde!

Belki geç kalmıştım ama, iki yıl önce Ma'şukî'nin romanını yazmaya karar verdim. Bir de roman olarak okuyucuya ulaştırmayı deneyecektim. İki yıl yeniden araştırma, düşünme, geniş hazırlık notları ve planlamayla geçti. Sonunda 2012 Şubatı'nın ortalarına doğru başlayıp, Temmuz ayının son haftasında bitirdim.

Oyunu temel almış olmama rağmen, duruşma dışına taşarak Ma'şukî'nin yetişmesi, babası Pir Ali Sultan ve Aksaray'daki Melâmi dergâhında olup bitenler ve Melâmi inanç yolunun özellikleri, Alevi-Bektaşi-Kızılbaş ilişkilerini de ele aldık ve ayrıca dönemin sosyo-politik olaylarının derinlemesine irdelenmesi gerekiyordu; özellikle Aksaray'ın yanıbaşındaki Hacı Bektaş Veli Dergâhı ve postnişini Kalender Çelebi'inin o yılların toplumsal hareketlilik içindeki yeri ve önderliğinde büyük Kızılbaş başkaldırısı ve savaşlar, çarpışmalar, kırımlar dahil... Ve Osmanlı sarayının içyüzü, Padişahın ve sadrazamın halka-reâyâ'ya bakışı, saray kapıkullarıyla ilişkiler, kısacası dönemin saray yaşamı hepsi Ma'şukî'nin gözünden verilmeliydi. Öyle yapmayı denedim ve böylece tiyatro oyunun çerçevesi genişleyip, Süleyman Padişah'la gözdesi sadrazam Makbul İbrahim Paşa'nın 1527 ve 1528 yıllarından kısa bir yönetim ve yaşam kesitini de kısmen içine aldı. Dahası Padişah'a bir suikast tertiplemeye değin gelip dayandı.

On altıncı yüzyılın bu korkusuz genç Osmanlı devrimcisinin tarihsel varlığı ve adı önünde saygıyla eğiliyorum. Ancak Sultan Ahmet'te eski Ticaret lisesi yanındaki Üçler Mescidi'nde olduğu sanılan mezarının 2004 yılında bir kaçak yapının içine hapsedildiği ve bu yapının birkaç kez yıktırılıp yeniden yapılarak mezarın ne durumlara düştüğünü düşünmek doğrusu içimi acıtıyor.

İsmail Kaygusuz, Londra, 30-07-2012

 

Kitabin Devamını buradan  okuyabilirsiniz.