İsmail Kaygusuz
Akademisyen Mustafa Aksoy’un “Bir Sosyal Dayanışma: Hab-Hap” başlığı altında yayınladığı araştırma yazısı beni çocukluğumun yaz-bahar günlerine götürdü. Doğup büyüdüğüm ve yaşamımın tam yirmi yılını geçirdiğim Malatya’ya bağlı Arapkir’in Onar köyündeki anılarım arasında unutamadığım “Hab”a ilişkin ilginç öyküler vardır. Bu süt ortaklığının, bu az üretim paylaşımının nasıl yapıldığını; kuralları, uygulanması, amaçları, aşamaları ve bozulmasını bu günmüş gibi anımsıyorum.(......)
Yedi yaşlarında ya vardım ya yoktum, henüz okula gitmiyordum. İlkbaharın son günleri olmalıydı. Anam beni her sabah güneş doğarken uyandırıp bir inek üç koyun bir keçiyi otlatmaya gönderiyordu. Kırda, bayırda, otlak ve tarlalarda bu hayvanları tekbaşıma otlatmam ve onlarla başa çıkmam olası değildi; beni 14-15 yaşlarındaki komşu kızı Makbule’ye katıyordu. kısacası, iki inek 10 kadar koyun ve keçiye çobanlık etmekte olan Makbule bacının koruması altında çobanlığa başlamıştım. Fidan anam gün doğmadan ineğin, koyun ve keçilerin sağma işlemini tamamlamış, dün akşam sağdığı sütün içine katarak içi kalaylı bakırdan süt bakracını (kovasını) doldurmuş olurdu. İçi su veya süt dolu olduğunda bana ağır geliyordu, ama birkaç adım taşımakta pek zorlanmadığım bir kaptı bu. Süt sağma işlemi sırasında ağılın kapısını aralık bırakmış olan anam, bir yandan da adımı ünleyerek beni uykudan uyandırmaya çalışırdı hep. Yorgun ve güçsüz çocuk bedenimin yataktan kalkıp hayvanların peşinde kırlara çıkmaya ve 8-10 saat dağ-bayır dolaşmaya hazırlanması için bir saattan fazla bir ağlama-sızlanma nöbetim vardı. Ben dağa gitmek istemediğimi söyleyerek iki gözüm iki çeşme ağlamayı sürdürürken, anam yalvarıp-yakararak, sevip-okşayarak, vaadlerde bulunarak; bazan da kızıp korkutarak hayvanları önüme katıp, Makbule daha köyün içinden Sığıryolu’na çıkmadan ona yetiştirirdi.
Çobanlığımın o ilk döneminde, üstüste iki gün dışında haftanın tam beş günü bu tekdüze eziyet ve sıkıntı hiç değişmedi. Sadece o iki gün yaşamıma renk katıyordu; en çok sevdiğim, hiç ağlamadığım, hem de çabucak yataktan kalkıp hazırlandığım iki gün! Birisi, süt sırasının bize geldiği “Hab” günü, diğeri “Hab” ertesi! Birincisinde küçük bir maşrapa süt içer, ertesi gün öğlelik torbamdaki üç-dört parça ekmeğin arasında bir kaşık tereyağı-kaymak ya bir dilim peynir bulurdum. Öğle üzeri dağda, soğuk su kaynağının başında yeşil soğan ya da salatalıkla ekmek arası yağ-peynir yemek iple çektiğim ne büyük keyifti. Öğleliklerimizi bir bohça üzerine serip, Makbule ile birlikte paylaşıyorduk. Onun torbasında ekmeğe katık olarak genellikle bir kuru soğan ve birkaç günde bir kere, iki haşlanmış yumurta bulunurdu. Makbule’nin analığı hiç yağ-peynir koymazdı kızın ekmeğinin arasına. Oysa onların iki ineği ve on kadar koyun-keçileri vardı; ağartıları (bizim köyde süt ve süt ürünlerinin genel adı ‘ağartı’ydı, ayrana da ‘katık’ derlerdi) boldu, hiç kimseyle de “Hab” yapmıyorlardı. Makbule’nin anlattığına göre, onlara kötülük ediyormuş; ne kendisine, ne de kardeşine yağ / kaymak ve peynirin yüzünü bile göstermiyor, haftada bir-iki kilo yağ-peynir denkleştirip kasabada sattırıyordu. “N’olacak, derdi Makbule, analığım bizim köylü değil ki, çayın öte yanındaki karışık köyden gelme, ona zahidlik bulaşmış, (Sünnilere ‘yezid’ demezlerdi bizim köyde, o sadece küfür yerinde kullanılıyordu. ‘Aşırı din düşkünü, dindar, sofu’ anlamına gelen bu ‘zahid’ nitelemesinden herhalde onlar da memnun olurlardı, ama kendileri ‘rafiziler, kızılbaşlar’ demeyi hiç bırakmadılar.) onun için bize özü doğrulmuyor, bizi sevmiyor”.
Bizim eve “Hab”, beş günde bir geliyordu. Biri Fatma halam, diğer üçü Esef Satı, Kör Anağız ve Fatili kadın olmak üzere sırayla dört habcı beşinci gün bizde oluyorlardı. Habcılar teker teker gelmeye başladığında, anamın sadece o gün için ayırdığı sıcak südüme ekmek doğramış tatlı tatlı yemekle meşgul olurdum. Bende ağlayıp sızlamak, mızmızlanmak yoktu o gün; bir yandan da onları gözlerdim,
Kalaylı bakır taslar ve bakraçlardaki sütlerin son kabı, süt kazanına hazlanarak konuyordu. “Hazlamak” (baştaki harf, ‘kh’ çifte sesini karşılayacak biçimde boğazdan söylenir), ödünç verilip alınan sütlerin eşitlenmesini sağlamak ve habcıların biribirlerine ne denli borçlu kaldıkları ya da ödemeleri gerektiğini unutmamak için yapılan ölçüme deniyor. Ölçüm öyle litre veya kilogramla yapılmıyordu.
Her habcı elinde bir-bir buçuk karış uzunluğunda ve küçük parmak kalınlığında çok budaklı bir kuru hortut (kuru asma çubuğu) parçasıyla gelirdi; bir süre anlayamamıştım bunun neye yaradığını. Adına “Haz” (olasılıkla Arapça ‘kısmet, pay’ anlamına gelen Türkçede ise sadece ‘sevinç, zevk alma’ yerine kullanılan Khazz’dan çekilme?) ya da haz çöpü deniliyordu. Bu çöp parçasının görevini bir akşam yaptığım yaramazlığın sonucu anlamıştım; odanın duvarındaki tahta raf üzerinde birşey arıyordum, yarı kırılmış bir hortut paçası gördüm. Bu çöp burada ne arıyor, diye düşünmüş, elimde evirip çevirirken anamın “Haz”ı olduğunu anlamıştım. Anlamıştım anlamasına, ama -yaramazlık bu ya- kaldırıp attıydım köşedeki zibillerin (süprüntü, çöpler) arasına. Belki de anamın onu arayıp aramıyacağını merak ediyordum. Gerçekten ertesi sabah, hayvanlarımla beni Makbule’ye katma sırasında, “Hab” südünü de götürmeye hazırlanan anamın, birşey arama telaşı olduğunu anlayıp, kendisine nedenini sormuştum.
“Oğul yaşlandım artık; ‘Haz’ı koyduğum yeri unuttum, rafın başına kordum hep, yok orada” dedi. Gözlerimle köşedeki çöplere doğru bakarak sordum:
“Ana ‘Haz’ da ne ki? O hortut çöpü ile ne yapıyorsunuz?” Aramayı sürdürürken bir yandan beni yanıtlıyordu anam:
“Onu inek tasına koyulan son esik südün içine sokarak süt hazlarız. Senin anlayacağın o hortut çöpünün hangi kertiğine kadar süt geliyorsa orasını kırarak-bükerek bellik kor. O belliğe göre habcıya ya borç süt veririz, ya da alırız...”
O konuşurken, hemen akşam odanın köşesindeki süprüntünün içinden kırık hortut çöpünü bulup getirdim. Kadıncağız nasıl da sevinmişti; beni neden kucaklayıp uzun uzun öptüğünü kavrayamamıştım. Ama, ben sormadan o yolda kendi kendine konuşarak anlatıyordu:
“İyi ki ‘Haz’ı bulduk oğul. Bu hortut çöpü çok önemli; büküp bellik koyduğum şu iki parmaklık kertiğe kadar hazlanmış süt borcum var Fatili kadına. Bugün bizim mübarek Sarı inek, benim sıkıntımı anlamış gibi fazla süt verdi. Onunla borcumu ödeyeceğim. Eğer ‘Haz’ı bulamasaydık, mıymıntı Fatili hakkımda dedikodu yapacaktı. Eline de diline de doğru olmayan biri o! Herkesi kendisine benzetmek ister sürtük!...”
Bu olaydan sonra “Hab” günleri onları daha dikkatli izlemeye başlamıştım. Bir film karesi gibi gözümün önünden geçiyor aşama aşama: Her habcı getirdiği südü, ölçek olarak kullandıkları inek tası dedikleri büyükçe ve içi kalaylı bakır tası ağzına kadar doldurup, birleştirilmiş sütlerin kaynatılacağı büyük kazana başaltıyorlardı. Ayrıca süt, kazanın ağzını tamamıyla kapatan ince beyaz bezden yapılma bir süzekten süzülüyordu. Yeni sağılmış sütün içinde bulunan, temizlenirken gözden kaçmış kıl ve yün parçası, koyun keçi pisliği bu süzekte kalıyor. Süzek zaman zaman kaldırılıp temizlenerek yerine konuyordu.
Bir habcının sütü ölçek tasını kaç kez ağzına kadar doldurduysa, diğer dört habcının da eşit sayıda aynı tası doldurup kazana boşaltması zorunluğu vardı. Sütleri birleştirme aşaması sona erince, südü artan habcılar, aynı tasa boşaltarak noksan olanlarla hazlamaya geçmekteydi. Bu hazlama işlemi, südü çıkışmayanla fazla gelen arasında yapılır ve ayrıca iki haz çöpü kullanılırdı. Süt ödünç veren ile ödünç alan kendi hazlarıyla bu işlemi yaptıktan sonra, ödeyebileceği “Hab” gününe değin onları saklardı. Anımsadığım kadarıyla, bazan anamın evde, iki ya da üç haz bulundurduğu bile olurdu. Bu demek oluyordu ki, anam iki ya da üç “Hab”cıya borçlu ya da onlardan alacaklıydı. Bütün bu işlemleri kısa sürede bitiren kadınlar evlerine işlerinin başına dönüyor, “Hab”ı alanın ise neredeyse akşama kadar işi, bu süt ortaklığının ürününü toplamak oluyordu: Önce bir kazan dolusu sütü kaynatır, hafif soğuyunca kadar bekleyip kaymağını kaldırır; sonra ılık süde maya çalarak yoğurt oluşmasını beklemeye koyulur. Arkasından da süt yoğurda dönüştükten sonra, aşağı yukarı yarısı kadar soğuk su karıştırp, keçi derisinden tuluğa ya da pişmiş topraktan yapılma tek kulplu geniş karınlı küp (hınısı) yayığa doldurarak yaymaya başlardı. Böylelikle epey bir süre geçtikten sonra tereyağı ve ayran birbirinden ayrılıyordu.
“Hab” etmenin baş kuralı habcıların ayran ihtiyaçlarını gidermekti. Burada eşitlik değil, aile bireylerinin sayısı oranında ayran ihtiyacını gidermek esastı. 6-7 kişilik bir ailenin iki-üç süt bakrac ayrana gereksinimi varken, 2-3 kişilik bir aile için bir inek tası yeterli olabilirdi. Ayran dağıtımı tamamıyla ve itirazsız habcı ailelerin ihtiyacına göreydi.
Habcılar arasında karşılıklı güven, birbirini sevip sayma ve doğru davranış çok önemliydi. Kuşkusuz bunu düzenleyen geleneksel inançlar ve ahlak kurallarıydı. Ancak, habcıların süt üretiminin birbirine yakınlığı da önemliydi. Buna karşılık, “Hab” sırasında ineği ya da koyunu ölünce südü azalan habcı, kendi isteğiyle ayrılmadığı takdirde arada idare edilir. Bazan sevilen biri “Hab”a ortak alınır; ancak ona, diğerlerine göre “Hab” sırası biraz gecikmeli gelirdi.
Herşeye rağmen habcıların aralarında sorun çıkmadığı söylenemez, çok önemli birine anlamına varamadan tanık olarak, olayın ortaya çıkmasına da kendim neden olmuştu.
Ve Hilebaz Habcı
“Hab” sırası bizde olmadığı bir sabah, yataktan kalkar kalkmaz, “canım süt içmek istiyor, bu sabah süt içeçeğim” diye tuturdum. Anam, “olmaz oğlum, diyordu, yarın değil öbürgün bize ‘Hab’ geliyor; sana bir çömçe (kepçe) fazladan süt vereceğim söz!” Bense, inatlaşmış tepiniyordum:
“Sen de Makbule’nin analığı gibisin; beni sevsen şimdi bir çömçe süt verirsin. Benim canım süt istiyor!” Kadıncağız yalvarmaya başlamıştı:
“Oğul, vallahi olmaz; habcıların hepsinin çocukları var. Eğer hepsi her sabah çocuklarına bir maşrapa, bir çömçe süt kaynatıp verse, ‘Hab’a götürecek sütleri kalmaz. Haftanın iki günü südünden, yoğurdundan, kaymağından, peynirinden bir parça yiyorsun oğul. Ağartı yemeğe katık olur; doyumluk değil, tadımlıktır."
Ben kafama koymuşum bir kez, ısrarlıydım:
“Habcılar nereden görecek? Bir çömce süt versen n’olur yani?” Çok üzülmekte olduğunu gördüğüm anam bu kez, ısrarımdan vazgeçmem için açıklamaya girişmişti. Belki değişik sözcükler kullandı, ama açıklamaları şu yönde olmuştu:
“Biz habcılar aramızda sözleştik, sözümüz sözdür; hiç kimse evinin horantasına (aile bireylerine) süt ayıramaz. Aşağı yukarı herkesin sağdığı süt belli; zaten ayırırsa hemen anlaşılır, çok ayıptır. İnsan verdiği sözün eri olmalı, onu tutmalıdır. Sütler hazlanıyor. Bizim karşılıklı süt borcu veya alacaklarımız bir ya da iki haz kertiği, yani bir iki parmak yüksekliğinde olur. Şimdi ben südümden bir maşrapa ya da bir çömçe eksik verirsem; Dede de bugünlerde köyde, “Hab” ortaklarım beni Dâr’a çektirir, sorgudan geçirtirler. Oğul ben Muhammed Ali’nin Dâr’ından korkarım!”
Birden ağlamayı kesip, anlamlı bir biçimde sordum:
“Peki ana, habcılar hiç mi süt ayırmazlar kendi evlerine?”
“Dedim ya, biz aramızda anlaştık, yeminleştik; hiçkimse ayırmaz. Bir habcı sadece evine bir yabancı konuk geldiğinde, isterse onun için süt ayırır. Onu da ortaklarına haber verir ve “Haz”dan düşer, yani borç sayılmaz.”
Ben ağlamayı tamamıyla bırakmış, sütten de vazgeçmiştim artık. Ama, erkeksi bir davranışla konuşmaya başladım anamın son söylediklerine karşı:
“He ya, sen öyle san! Fatili kadının evinde konuk monuk yoktu, ama koca bir tas süt ayırdı evine, gözümle gördüm. Önceki gün sabah erken gelmesi için çağırmaya göndermiştin ya beni. Fatili abaya seslenirken kapı aralıktı, oradan gördüm. Hem de arkadan değil yandan gördüm; bize süt getirdiği bakracın içinden bir tas süt doldurup başka kaba boşalttı...”
Anamın birdenbire rengi değişmişti.
“Yanlış görmüş olmayasın oğul", dedi, "südü eksik de gelmedi; tam tersine herzamankinden iki haz kertiği fazla geldi. Onu da bana borç verdi.”
Ben bir gerçeği ortaya çıkarmanın gururuyla daha da erkekleşmiş, dikelerek konuştum:
“Elbette südü eksik olmaz, aynı tasın dolusunca su koydu süt bakracının içine.”
Anam iyice delilendi ve bağırarak konuşmaya başlamıştı:
“Vay sürtük vay! Vay hilebaz karı vay! Ben şimdi seni ‘Hab’ ortaklığından çıkartmaz mıyım? Benim oğlum yalan söylemez, böyle birşeyi uyduramaz. Çünkü anasından asla görmedi. Hemen diğerlerine haber vereyim, ama yok, önce yüzüne yüzüne vurmalıyım; Fatili’den hesap sormalıyım; benim oğlum ölse yalan söylemez, demeliyim herkesin huzurunda. Kimbilir bunu kaç kere yaptı? Tevekkeli değil kimseye borcu olmuyor; hep aynı ölçüde süt getiriyor, çoğumuza borç veriyor. Bize su verip, karşılığında süt alıyormuş demek! Dede köydeyken onu bir Dâr’a çektireyim de görsün. Bakalım Hak Muhammed Ali’nin huzurunda da yalan söyleyebilecek mi?”
Hayvanlarımla birlikte beni Makbule’ye katıncaya dek böylece söylenip durdu Fidan anam. Kendimi suçlu görmeye başlamış olacağım ki üzüntüyle, “ana yeter artık, keşke gördüğümü söylemeseydim!” dediğimi ve bunun üzerine beni sıkıca kucaklayıp öptüğünü çok iyi anımsıyorum. O günden sonra Fatili kadını bir daha “Hab” günü bizde görmemiştim. Onun yerine yukarı mahalleden dayım karısı Hanife gelinbacım geliyordu...