16. Ve 17. Yüzyıllarda Avrupa Halklarına Türkçe Öğretme ve Türkleri Tanıtma Girişimleri
COLLOQUIA FAMILIARIA TURCICO LATINA
(TÜRKÇE LATİNCE DOSTANE KONUŞMALAR)
- Ve 17. Yüzyıllarda Avrupa Halklarına Türkçe Öğretme ve Türkleri Tanıtma Girişimlerinde JACOB NAGY HARSANY’nin Başarısı
İsmail Kaygusuz
Giriş
Önemli bir kitaptan sözedeceğim. Osmanlı Tarihçileri ve Türk Dili ve Edebiyatı yazar ve arştırmacıları Macar asıllı Jacob Nagy Harsany’nin, Colloquia Familiaria Turcico Latina Seu Status Turcicus Loquens isimli kitabını kuşkusuz ismen de olsa bilirler. Değerli dostum ve yoldaşımİsmail Büyükakan’ın Berlin Kütüphanesinin Digital Servisi’nden indirip, email adresime göndermesinden sonra benim haberim oldu kitaptan. 1672’de Kölln’de basılmış bu kitap, o dönemde Avrupa krallık ve prensliklerinde konuşma ve yazma ortak dil Latince aracılığıyla Latin harfleri kullanarak(transcription) Latince konuşan ve yazan Avrupalı halka Türkçe öğretmek amacıyla yazılmış. Bir kral temsilcisi olarak İstanbulda 1650’li yılların sonuna dek yaşamış ve Türkçe öğrenmiş bu kişi; Türkçe – latince 510 sayfalık, karşılıklı konuşma, cümle kurma yöntemiyle Türk dilini Avrupalılara öğreterek, Osmanlı İmparatorluğunu, İstanbul’u ve halklarını her yönüyle tanıtmayı amaçlamış. Adam keskin bir gözlemci, çok dilli, bilgili bir eğitimci, diplomat ve politikacı. Kısacası 17.yy. Osmanlı tarihi ve özellikle IV. Mehmet(1648-1687)’in ilk 10 yılı, yani Köprülüler dönemine olabildiğince bir araştırmacı davranışıyla ışık tutmuş ve döneme ilişkin nesnel bilgiler sunmaktadır. Bu kitabın genelde Türk tarihi ve bilim dünyasına, kuşkusuz Türk okuyucusuna kazandırılması; özelde Latin ve edebiyatı bölümünde Ortaçağ Latincesi’nin temelini atma bağlamında gramer ve syntaksını, filolojik incelemesinin yapılması gerekir diye düşünüyorum. Türkçe’de, bu kitaba ilişkin bir kaç cümle ya da paragraf alıntıları içeren bazı makaleler dışında, başka önemli bir çalışma olmaması doğrusu üzücüdür. Oysa ta 1730’dan başlayarak kitabınTürkçe-Latince-Almanca birkaç yazar tarafından yayınlanmış baskıları bulunmakta. Yine tanınmış bazı yayınevleri tarafından hem tıpkıbasım olarak hem de Türkçe-Latince-İngilizce versiyonları var. Kuşkusuz Macarca’ya da kitap çevrilmiş ve hakkında yazılmış çeşitli makale ve kitaplar mevcut. Bu bağlamda Macar Türkolog Gregory Harzai’nin çalışmaları dışında, son yıllarda Gabar Karman, yazar üzerinde yazdığı doktora tezini,[1] Ungarn-Jahrbuch 32 (2014-2015)’da Almanca da yayınlamış bulunmaktadır.
Konu Üzerinde Mevcut Bazı Çalışmalar
Batı Türkçesini öğretmeğe yönelik Latin harfleriyle yazılmış bilinen ilk transkripsiyon metni 1533 tarihlidir. Bu tarihten sonra yazılan transkripsiyon metinleri Arap alfabesine dayalı Osmanlı imlasının gizlediği fonetik ve morfolojik gelişme ve değişmeleri göstermesi bakımından dikkate değer. Aynı zamanda transkripsiyon metinlerindeki Türkçe diyaloglar konuşulan Osmanlı (Halk) Türkçesinin ortaya çıkarılması bakımından önemlidir.
Batı Türkçesi hakkında genel bilgiler Anadolu, Balkanlar, adalar, Irak, Suriye, Güney ve Kuzey Azerbaycan’da XIII. yüzyılın başından itibaren yazılmaya başladı. Oğuz Türkçesi temeline dayalı Türkçeye, Türk şivelerinin sınıflandırılmasında batı grubunda yer almasından dolayı “Batı Türkçesi” adıverilmektedir. Batı Türkçesini ise ana hatlarıyla şu üç devreye ayırmak mümkündür: a. Eski Anadolu Türkçesi (XIII-XV. yüzyıllar), b. Osmanlı Türkçesi (XV-XX. yüzyıllar), c.Birinci Klasik Osmanlı Türkçesi (XV-XIX. yüzyıllar), d. İkinci Yeni Osmanlı Türkçesi (XIX-XX. yüzyıllar), e. Bugünkü Türkiye Türkçesi (XX. yüzyıl ve sonrası). Eski Anadolu Türkçesi, Osmanlı Türkçesine nazaran metinlerin daha sade yazıldığı bir devredir. İstanbul’un fethi ile bir imparatorluk dili hâline gelen Türkçe, Arapça ve Farsça yapılarla örülü başka bir dilmiş gibi düşünülmeye başlanmıştır. Bunda İstanbul’un bir kültür merkezi haline gelerek medreselerde Arapça ve Farsça eğitiminin önem kazanması, Osmanlı aydınlarının bir edebiyat dili olarak kabul ettikleri Farsçaya ve Farsça mazmunlara edebi eserlerinde önem vermelerinin payı büyüktür. Aydın zümrenin yazı dili haline gelen bu suni dil giderek halkın anlayabileceği düzeyden uzaklaşmıştır.[2]
Avrupalı yazarların Türkçe transkripsiyonlu metinleri konusunu Doç.Dr. Ömer Yağmur ve diğer birkaç yazarın konuya ilişkin yazdıklarıyla toparladıktan sonra özelde kitabın içeriğini ayrıntılamaya geçmek yerinde olacak.
«Türkiye Cumhuriyeti’nde Latin alfabesinin kabulü 1 Kasım 1928 tarihidir. Bu tarihten önce kullanılan imla (yazım) Arapçanın ünsüz sistemine dayalı, İranlılardan alınan /p/, /ç/ ve /j/ harfleri ile Türklerin /ñ/ (damaksı n) harfinin Arap alfabesine eklenmesiyle oluşan Osmanlı alfabesidir. Lakin, Latin harfleri ile yazılan Türkçe metinleri XVI. yüzyılın ilk yarısına kadar götürmek mümkündür.[3] Sayıları çok fazla olmayan transkripsiyon metinleri (transcribed texts) dediğimiz bu metinler, Osmanlı Türkçesi döneminde Arap alfabesine dayalı Osmanlı alfabesinin sınırlayıcılığına bağlı kalınmadan Batılı yazarlar tarafından kendi alfabe sistemleri ile kaleme alınmıştır. Bu metinlerin büyük bir çoğunluğunu Batılı yazarların Türkçeyi öğrenmek ve kendi insanlarına öğretmek amacıyla yazdığı konuşma kılavuzları, sözlükler ve gramerler oluşturmaktadır. Bu eserlerin yanında, Osmanlı coğrafyasında elçilik heyetiyle veya tutsak olarak bulunmuş ya da bu bölgeye ilgi duyan Batılı yazarlar, bazı seyahatname veya hatırat tarzı eserlerinde de çeviri yazılı olarak kısa Türkçe metinlere, bazen de küçük sözlüklere yer vermişlerdir. Bu metinlerde geçen Türkçe kelimeler, yazarlar tarafından kendi dilinin imkanları nispetinde Latin, Grek, Kiril gibi alfabe sistemleri ile yazılmış, böylelikle kalıplaşmış Osmanlı imlasından tespit edilemeyen bazı kelimelerin telaffuzları duyulduğu şekilde metne aktarılmaya gayret edilmiştir. Bunun içindir ki bu metinler transkripsiyon metinleri ya da bir diğer adıyla çeviri yazılı olarak adlandırılmıştır. Latin harfleri ile yazan Batılıların yanı sıra Osmanlı hizmetine girmiş yabancılar da bu alfabeyi kullanmışlardır. Mesela, III. Selim döneminde Padişahın kız kardeşi Hatice Sultan’ın sarayını yaptırmak için görevlendirilen Danimarkalı mimar Merling Osmanlı yazısını öğrenmeden padişahla Latin harfleri ile yazdığı Türkçe mektuplar ile haberleşmiştir.»[4]
Yunus İnce ve Bayram Akça, ortaklaşa yazdıkları, 1460’dan 1860 yılına kadar bu konuda 33 çalışmadan sözettikleri ayrıntılı olduğu kadar da önemli makalede, Avrupalıların Türkçe’yi öğrenme merak ve isteklerini biraz duygusal, biraz da milliyetçi gözle şöyle özetlemektedir:
“Erken modern dönemde (1450-1750) Osmanlı Devleti ile ekonomik, siyasi ve askerî ilişkileri olan Avrupa toplumlarında Osmanlılara yönelik bir korkunun varlığı bilinmektedir. Türklerle askerî alanda baş edememekten kaynaklanan bu korku, XVI. yüzyılın sonlarından itibaren Osmanlı merakına dönüşmüştür. Bu da giyimde, müzikte ve sanatta Osmanlıyı taklit şeklinde tezahür etmiştir. Türkçe öğrenme arzusu da bunun doğal yansımalarından birisidir. Türkçenin bu dönemde bir lingua franca, yani ortak dil olarak benimsenmesi dikkat çekicidir. Türk
korkusunun ve bunun doğurduğu Turquerie akımının Avrupa’da Türkçe öğrenme merakına etkileri ve bunun sonuçları tartışılacaktır... Ayrıca matbaanın Latince dışındaki dillerin -bu arada Türkçenin öğrenilmesindeki etkisine de değinilmiştir. Çalışmanın erken modern dönemdeki Türkçe algısını temel sebepleriyle ortaya koyması beklenmektedir.”[5]
Bireyler dahil olmak üzere halklar ya da devletler, düşmanının dilini korkudan ya da sadece merakından değil, onun gücünü ve zayıf yönlerini öğrenip kendilerini daha iyi savunmaları için öğrenir. Bilinçli ve akılcı bir davranıştır, merak duygusunun burada yeri yoktur. Hayranlık duyulan şey merak edilir. Avrupalıların Türkçe’yi öğrenmek istemeleri kuşkusuz Türkleri ve Osmanlı yönetimini daha iyi tanıma iradesine bağlanabilir. Ama unutmayalım ki, bu yüzyıllarda Avrupa Rönesans ve Reform hareketlerinin içinde, matbaanın icadıyla birlikte aydınlanma çağına doğru hızla ilerlemektedir din savaşlarına rağmen, Bazı büyük kentlerdeki Üniversitelerde Farslar, Araplar ve Türkler üzerinde araştırmalar yapılıyor, tarih kitapları yazılıyor; tez ve çeviri çalışmaları yapılıyordu. Matbaa baskılarının hızla yayılmasıyla kitaplar çoğalmış okuma-yazma oranı yükselmiş Latincenin yanı sıra yerel ve ulusal dillerde de kitap yayınları artma göstermiştir. Osmanlı başkentinde hâlâ kitapları müstensihler (kopyacı yazıcılar) elle yazarak, bireysel yetenek ve alışkanlığına göre düzenleyip çoğaltırken, onlar kitapların baskı ve yayın düzenini (mizanpaj vs.) bile neredeyse bugünkü standartlara ulaştırmışlardı. Söz konusu Harsany’nin bu kitabını Kölnn’de basıldığı (1672) tarihten 10 yıl önce, yani 1662 yılında Wittenberg Üniversitesi’nde Türkler üzerinde yapılan bir tez ve yine Türkleri ve Persleri anlatan bir kitap yayınlanmıştır aynı yayınevi tarafından. Altı kent birliğinden Zittau vatandaşı (Hexapolitanus) Heinricus Pladecius Hexpolitanus’un ‘Ali Şiiler’i Ve Sünniler Hakkında Ya Da Perslerin VeTürklerin Önemli Farklılıkları Hakkında Filolojik Tartışma’adını taşıyan 15 (A4) sayfalık Latince metin içinde İbranice, Grekçe, Arapça, Farsça ve Türkçe/Osmanlıca’dan sözcükler ve cümleler de yeralmaktadır.[6]
Avrupa Halklarına Türkçe Öğreten Kitap ve Yazarı
Jakop Nagy Harsany (1615-1676/79/84) bir öğretmen, diplomat ve 1672 yılında, Türk dilini öğreten bir el kitabı yayınlamış olmasıyla tanınan bir Macar oryantalistidir. Kitabın adı : Colloquiorum familiarium Turcico latinorum Seu Status Turcicus Loquens (Türkçe Latince Dostane/Güncel Konuşmalar veya Türkçe Konuşma Durumu(Statüsü). Kitap özellikle Türkler ile Macarlar arasında kalıcı olan ilişkilerin güncel gereksinmelerine yanıt vermekle birlikte, Latince konuşup yazabilen tüm Avrupa halklarına Türkçe’yi ve Türkleri tanıtmaya yöneliktir.
Jacob Harsany’nin Türkçesi, dönemin yazı dili ve sarayın, Ulema’nın ve Umera’nın konuştuğu ve divan edebiyatının Arapça-Farsça ve Türkçe karışımı olan Osmanlıca değil, İstanbul ve Rumeli’de konuşulan Halk Türkçesidir. Alpay İğci bu konuda Gyorgy Hazai’den bir alıntıyla şu tesbiti yapmaktadır:
« György Hazai eser hakkında hazırladığı çalışmasında yazar için ‘Osmanlı İmparatorluğuna geçen Avrupalıların çok daha az bağlantı kurduğu Anadolu’ya yönelmekten ziyade Rumeli’de dolaşmış olduğuna muhakkak gözüyle bakabiliriz’ şeklinde yazmış ve onun bu görüşü, bizim yaklaşımımızı destekler niteliktedir. Ancak ünlü bilim adamının ‘Öğrendiği dilin görüntüsü de, Anadolu’dan çok İstanbul ve Doğu Rumeli doğrultusunu göstermektedir.’[7] cümlesine biz, yukarıda örneklendirdiğimiz sebeplerden dolayı Batı Rumeli’nin de katılması gerektiğini düşünüyoruz. Jacobus Nagy de Harsany, bir Macar olarak, kendi memleketinin hemen güneyinde yer alan Osmanlı İmparatorluğu’nun geniş Rumeli topraklarında yol almış, muhtemelen Rumeli üzerinden (Batı Rumeli ve sonra Doğu Rumeli sahasından geçerek) başkent İstanbul’a ulaşmıştır. Güzergâh sırasında ve konakladığı yerlere de Türkçe bilgisini geliştirmiştir. » [8]
Kitabın kapağında şu kısa açıklama vardır :
«İmparatorluk Sarayının dışındaki ya da içindeki görevlilerin hepsinin (durumu); yönetecek kişiler için olan haysiyet, nitelik, lütuflar (görevler); yönetim biçimi (rejimi), devletin kara ve deniz gücü; keza huyları, adetler ve merasimler, çeşitli alışkanlıklar; din ve mezhepler ve de dindarlar vs., konuşmalar aracılığıyla sanki bir aynada yansıyormuş gibi, canlı bir biçimde gösterilmekte, ayrıca gerekli notlarla açıklanmaktadır.»
Kitap 8 ana başlık ya da bölüm (Caput) olarak düzenlenmiş; hancı (Ignotus), yolcu (Viator), yol kılavuzu (Dux Viae), çerçiler-dükkancılar (Institores), tüccarlar (Mercatores), çevirmen (Interpres), elçi (Legatus) vb.kişiler arasındaki konuşmalar, kurulan cümlelerin, kısa ya da uzun paragraflardaki Türkçe açıklamaların latince karşılıkları ayrıntılı biçimde verilmiş. Ayrıca her bölümün başında birkaç satırlık içerik özeti var. Kitabın genellikle birbiriyle ilişkili konular üzerinde verilen karşılıklı konuşmaları içerecek biçimde 8 ayrı bölüm oluşturulmuş.
Birinci bölümdeki, handa ve İstanbul yolunda, hancı (ignotus), yolcu (viator), yol kılavuzu(dux viae) arasında geçen konuşmaların, sayfaları da belirtilerek tümü verildi. Zaman zaman konuşan kişilerin karıştırılması düzeltilmiş ve sözlerin hangi kişiye ait olduğu belirtilmiştir. Diğer bölümlerden de ilginç bulduğumuz ve bilgilendirici bazı anlatıları örneklemeyi uygun bulduk. Latince tarnskripsiyonlu 17.yüzyıl Türkçesi italik, ayraç içinde günümüz Türkçesi normal, Latince karşılıkları ise bond’lu (koyu) yazıldı. Örnek olarak verilen uzun anlatıların Latince karşılığının tamamını yazmak gerekli görülmeyip, genelde baştan ve sondan birkaç satırla yetinildi.
Kitabın 12 sayfası ithaf ve önsöz, 510 sayfası Türkçe-Latince konuşmalar ve açıklayıcı bilgiler, 25 sayfası indeks, 10 sayfası Muhammed’in Vasiyeti’ne ayrılmıştır.* 16.ve 17. Yüzyıllarda Avrupa halklarına Türk dilini öğretme, Osmanlı yönetimini ve Türkleri tanıtma girişimlerinde Jacob Nagy Harsany’nin övgüye değer başarısı asla yadsınamaz. Bu yüzyıllarda yapılan çalışmaların hiçbiri bununla kıyaslanacak denli geniş kapsamlı ve öğretici olmamıştır.
Kitapta Osmanlı Halk Türkçe’sinde kullanılan harflerin Latince trans
!kripsiyonu ve bazı örnek sözcükler:
Ş: s, symdiden (şimdiden),
S : sz, szabanuz (sabahınız),
C: gc, tz, tj, tz, tc, gsevaba (cevaba),
Ç: ts, cs, hits (hiç),
G: gy, gyün (gün),
Y: j, ejgce (eyice),
Y, i, iahod (yahut),
SS: Almanca’da kullanılan kuyruklu B, ssagh (sağ),
Ğ gh,
İ: e,
Ö: ü,
H: ch, kh.
N: m
* Kitaba ek olarak sunulan, dindar bir hristiyanın Muhammed Peygamber ve İslam dini hakkında görüş ve düşüncelerini içeren, yani, yazarın kendi görüş açısından İslamı tanıtan bu on sayfalık bölüm de dikkat çekici bir çalışma gibi görünüyor. Onun da Türkçe’ye çevrilse yararlı olur düşüncesindeyim.
[1] A 17th Century Odyssey in East Central Europe, A Biography of Jakab Harsanyi Nagy, Central European University, Hungary-Budabest, 2010
[2] Agâh Sırrı Levend, Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri, Ankara, TDK, 1972, s. 11.
3Ayrıca Türkler arasında on üç yıl esaret hayatı yaşamış bir Macar olan Bartholomaeus Georgiević’in 1544’te yazdığı De Turcarum ritu et ceramoniis (Türklerin adet ve gelenekleri) adlı kitabını görmekteyiz. Georgiević’in Türkler hakkındaki gözlemlerini anlattığı bu eserdeki altı sayfalık Latince-Türkçe sözlük ve bir Hristiyan ile Müslüman arasında geçen diyalog Türkçenin o güne kadar matbaada basılmış belki ikinci Latin harfli transkripsiyon metni olmalıdır. İ.K.
[4] Ömer Yağmur 2014 s.206 : (Doç.Dr. Ömer Yağmur, ‘Erken Dönem Türkçe Transkripsiyon Metinleri ve Bunların Dil Araştırmaları Açısından Önemi’, FMS İlmi Araştırmalar, İnsan ve Toplum Bilimleri Dergisi Sayı 4, İst. 2014, s.202-217.
[5] Yunus İnce ve Bayram Akça, ‘Osmanlı Döneminde Latin harfleriyle Türkçe Yazılan Eserler ve Yazarları’, https://doi.org/10.32704/erdem.471084.
[6]İsmail Kaygusuz’un özel digital arşivinde incelenmesi henüz tamamlanmamış dosyadan.
[7] György Hazai, Jakab Harsany ‘Nagy’ın Latin Harfleriyle Yazılmış Türlçe Metinleri’, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten 308, Ankara,1971, s.47-59.
[8] Doc.Dr. Alpay İğci, ‘1672 Tarihli Colloquia Familiaria Turcico-Latina’da Tarihî Ağız ve batı Rumeli Tarzı Fiil Çatısı’, Diyalektolog (2015), sayı 10, s.71-76) »
MENÂKIBU’L- KUDSİYYE FÎ MENÂSIBİ’L ÜNSİYYE ’DE BABA İLYAS OĞLU MUHLİS PAŞA’NIN ESRAR-I MEKTUM’U (GİZLİ SIRLARI)
İsmail Kaygusuz
1170: On birinci yil olıcak varınuz
Ta Arabkir’e sirrumi görünüz
Elvan Çelebi
Giriş ve Özet
Büyük Babai İsyanı’nın önderi Baba Resul (Baba Resulullah) adıyla toplumsal ve siyasal tarihe geçmiş Horasanlı Baba İlyas’ın dört oğlundan sonuncusu Muhlis Paşa’dır. Diğer oğulları sırasıyla Ömer Paşa, Mahmut Paşa ve Yahya Paşa isyan sırasında veya isyanın bastırılması sonrasındaki Babai-Türkmen kırımında yakalanarak öldürülmüştür. Muhlis Paşa’yı, Şerefüddin adında bir kişi beşikte ağlarken bulup, kim olduğu ve nerede bulduğunu gizleyerek kendi çocuğu gibi büyütür. Yedi yaşına gelince, Mısır’a gönderir. Orada yedi yıl kalır ve büyük olasıyla babasının, isyandan sağ kurtulup Mısır Sultanı'na sığınmış halife ve müritleri çevresinde yetiştirilip eğitimini tamamlar. Mısır Melik’i ile tanıştırılır. On dört yaşında belki de, onun sağladığı olanaklarla Mısır’dan “Rum’u fethetmek, babasının ve ailesinin öcünü almak amacıyla” Anadolu’ya döner. Torunu Elvan Çelebi’nin onun ağzından anlattığına göre; Muhlis Paşa, tam on iki yıl Rum’u baştanbaşa dolaşmış ve 17 kez yakalanıp atıldığı zindanlardan kurtulmuş. Son olarak Gevale kalesindeki zindandan çıkışında, bilinen tarihsel gerçeklere göre, veziri Pervane tarafından 1266’da öldürülmesinden altı gün önce Sultan IV. Rükneddin Kılıçarslan’la buluşmuştur. Aynı yıl içerisinde, olasıyla kendisiyle birlikte gezen önemli müritlerinin önerisiyle, daha önce evlendirilip –belki kardeşlerinden sağ kalan yeğenleriyle birlikte- ailesinin yerleştirildiği merkezden uzak Arapkir’e (Şeyh Hasan Onar’ın zaviyesine) dönmüş ve hakka yürüdüğü tarih 1273’e kadar, yani 6-7 yıl orada yaşamıştır. Bilinen tek oğlu Aşık (Ali) Paşa ölümünden iki yıl önce Arapkir’de doğmuş bulunuyordu. Aynı yıl içinde Muhlis Paşa’nın otuz üç yaşındayken, büyük olasıyla adamları aracılığıyla sıkça haberleştiği, babasının önemli halifelerinden olan Şeyh Osman’ın Kırşehir’deki zaviyesine geldiğini öğreniyoruz. Burada ardıl tayin ettiği Şeyh Osman ve müridleriyle yaptığı toplantıda on birinci yıl, sır gibi sakladığı oğlu Ali’nin getirilerek Şeyh’in kızıyla evlendirilmesini vasiyet eder. Böylece müridlerin huzurunda kendisinin öbür dünyaya göçeceğini söyleyerek, Aşık (Ali) Paşa’yı Şeyh Osman’a emanet etmiş olur. Hemen arkasından Aksaray yakınındaki Sultan Hanı’na geçerek altı ay kadar orada oturur ve ardılı-halefi olarak, babasının yaşayan diğer halifeleri ve müritlerinden çağrısına uyanları biraraya getirip, oğlu Ali’yi emanet ettiği Şeyh Osman’ı Pir kabul ederek ona bağlanmalarını buyurur. Böylece talip-mürit, pir ve mürşit makam sıralamasını (sıray-ı makam) belirleyerek düzene sokmuş olur. 672(1273) yılında aynı yerde Hakka yürür.
Bu kısa özetin ardından Muhlis Paşa’nın torunu Elvan Çelebi’nin 1357-8’de yazdığı 2084 beyiti içeren Menâkıbu’l Kudsiyye fî Menâsıbi’l Ünsiyye’sinde dedesi hakkında yüzlerce beyitlerle anlattığı söylencesel yaşam mücadelesini, üzerindeki olağanüstü keramet örtülerini aralayarak anlamaya ve anlatmaya çalışacağız. Kuşkusuz bunu, 13.yüzyılın üçüncü çeyreği Anadolu’sunun sosyal, siyasal ve inançsal ortamını yapabildiğimizce diyalektik yöntemle irdeleyerek ve dönemin kendi koşulları içerisinde değerlendirerek yapmak gerekecektir. Menakıbnâme’nin abartılı inançsal ve olağanüstülüklerle simgeler ve söylemler arasındaki tarihsel gerçekleri keşfetmeye çalışarak beyitlerle anlatılanları yorumlama ve değerlendirme çabasını sürdüreceğiz. Bu bağlamda doğal olarak, diğer yorumcu tarihçiler ve edebiyatçılarla zaman zaman buluşacak, zaman zaman da ayrılacağız.
Muhlis Paşa’nın esrar-ı mektumu’nu, yani yaşamındaki saklı-gizli sırlarını keşfedip değerlendirmeyi, Prof. Dr. Mertol Tulum’un “Tarihî Metinler Çalışmalarında Usul, Menakıbu’l Kudsiyye Üzerinde Bir Deneme” kitabındaki “ Anlamadan Okumanın Sonuçları”(s.118-174) bölümünde titiz okuma, karşılaştırma ve düzeltmelerle yaptığı; bunu yaparken de kitabı ilk yayınlayanların metni okuma ve yorumlarını çok sayıda örneklemelerle neredeyse ağır ve alaycı eleştirilerilerini temel alarak yapmaya çalışacağız. Kuşkusuz onun orijinal metnin transliterasyonunu (çeviriyazısını) kullanacağız bu çalışmamızda.
Elvan Çelebi’nin Dizelerinde Muhlis Paşa’nın Çocukluk Yaşamı
Prof.Dr. Mertol Tulum’un saptamasına göre, Muhlis Paşa’nın doğumundan ölümüne değin yaşamının anlatıldığı iki ana bölüm, dört alt bölüm olarak işlenmiştir 400’e yakın beyit içermektedir. Baştan belirtelim ki, bu Menakıbu’l Kudsiye... elyazması, yazar nüshası değildir. Daha sonraki yüzyıllarda Farsça bilen bir müstensih (kopya eden, yazıcı) tarafından kopyalanmış; kendi anlayışına göre bölüm başlıkları (Bab’lar, fasıl’lar) koyarak, buralarda Farsça birkaç cümlelik içerik özetleri vermiştir. Ancak orijinal metnin konu sıralanmasında olsun, beyitlerin okunup anlamlandırılmasında olsun hatalar yaptığı açıktır. Kaldı ki, eski metinlerin istinsah eden yazıcıların, bilgi düzeylerine göre eklemeler yaptıkları ve inanç ve anlayışlarına ters gelen satırları, beyitleri attıkları bilinmeyen müdahaleler değildi. Mertol Hoca haklı olarak, bu eserin ilk yayımcılarının (1984) bu gerçekleri gözönünde bulundurmadan, Farsça özetlerde müstensihin, yanlış okumasından veya tahmini çıkarsamalarından verdiği bilgileri kullanarak yaptıkları yorumları, kıyasıya eleştirmiştir. Eski elyazaması metinler hakkında bundan fazlasını söylemek bize düşmez.
Şimdi artık Giriş’te Muhlis Paşa hakkında kısaca verdiğimiz bilgileri, Elvan Çelebi’nin beyitleriyle ayrıntılayarak, dönemin kendi koşulları içerisinde yorumlamaya ve değerlendirmeye geçelim. Yazımızda kullandığımız çok sayıda beyitleri bugünün Türkçesiyle açıklamaya çalışarak, her beyitin altında ayraç içinde italik harflerle verdik.14.yüzyıl Türkçesinde kullanılan sözcüklerin anlamlandırılmasında mümkün olduğunca az hata yapmaya çalışmış olsak bile, bazı yanlışların bulunması kaçınılmazdır. Bunun için okuyucunun hoşgörüsüne sığınıyoruz.
781 Ol Çalap nur ıla tolu Paşa’m
Ol kamudan yolı ulu Paşa’m
(Tanrı’nın nuru ile dolu olan Muhlis Paşa’nın yolu herkesin yolundan daha uludur.)
782 Bu makama ki od düşmüş idi
Paşam ol od içinde kalmış idi
(Makamı, Çat Zaviyesi ateşe verilmiş ve Paşa bu yangının içinde kalmıştı.)
784 Od içinde düni güni üç gün
Hoş dutar anı Halık-ı bi-çün
(Üç gün boyunca gece gündüz ateş içinde kalan onu, kuşkusuz Tanrı hoş tutup
korumuştu)
785 İmdi gör yine bir acep hikmet
Ne kılur hükm Kadır-ı Kudret
(Şimdi gör yine, Kudret sahibi Tanrı’nın hüküm kıldığı şaşılacak hikmeti!)
Elvan Çelebi’nin dedesini, yani Muhlis Paşa’yı anlatmaya başladığı bu giriş dizelerinde, Haraşna-Çat köyündeki doğmuş olduğu Baba İlyas Zaviyesinin, hâlâ yanmakta olan yıkıntıları arasında üç gün boyunca, Eşsiz Tanrı’nın hoş tutması, korumasıyla sağ kaldığı vurgulanıyor. Anlaşılıyor ki, büyük isyanın başlangıç evresinde II.Gıyaseddin Keyhusrev’in askeri kuvvetlerinin Haraşna kalesine sığınıp, 80 kişiyle direnen Baba İlyas’ı yakalayarak kale duvarına asmalarının ardından Çat’taki zaviyesini de yakıp yıkmışlar ve belki de buraya sığınmış olan aile bireylerini yakalayarak öldürmüşlerdi. Olasıdır ki, henüz bir bebek olan Muhlis Paşa’yı tekkenin gizli bir yerine saklamıştı annesi. Kısacası Şerefüddin adlı kişi, büyük isyanın başlangıcında bir geziden dönüp, sağlam yerinde duruyor sanarak Zaviye’yi ziyaret ettiği sırada onu beşikte ağlarken bulmuş oluyordu. Zaviyenin işgali ve yakılıp yıkılmasının ardından üç gün üç gece geçmiştir
786 Çat kim mevzı-ı şayatın-ıdı
Şerefü’d-din lakablu Hoca adı
(Çat ki artık şeytanların, yani Keyhusrev’in askerlerinin yeriydi, ama orada adı Şerefü’ddin lakabı Hoca olan;)
787 Var-ıdı anda namudar ulu
Gey edeblü keremlü yüzi sulu
(bir kişi vardı; namı yüce, gayet terbiyeli, hayır sahibi ve alçak gönüllü biriydi o.)
788 Köre Kazi katında yüzli yidi
Hayr ü şer birbiriyle sözlü-yidi
(Ayrıca Köre Kadı’yla da çok yakındı, iyilik de kötülüğü de birlikte yaparlardı.)
789 İlle kim bu kazıyya kim oldı
Şerefü’d-din seferde bulundı
(Kadının kararıyla bu felaket olduğu zaman Şerefeddin seyahatta bulunuyordu.)
790 Çün seferden yine rücu eyler
Zaviya’ya gelür yolı vü görer
(Yine seferden döndüğü için Zaviye’ye düşer yolu ve)
792 Görür ağlar bişikte bir oğlan
Ay u gün gibi hurrem u taban
(beşikte ağlayan bir oğlan görür. Kendisi ay ve güneş gibi parlak ve neşelidir.)
795 On sekiz yil Çalap ana ferzend
Virmemiş kalmış ol hemişe nijend
(Tanrı ona on sekiz yıl oğul vermemiş ve daima kederli/hasret kalmış!!)
797 Alur iletür evine izzet ile
Yidi yıl bisler anda kıymat ile
(Saygıyla alır evine götürür ve orada yedi yıl büyük değer vererek besleyip büyütür.)
798 Can içinde gönül gibi sakınur
Gönül içinde can gibi bakınur
(Canından bir parçaymış, gönlüymüş gibi korur ve canı gönülden (evlad gibi)ona bakar)
799 Köre Kazı evinde gör Paşa’m
Buldı Hak’tan inayat u inam
(Köre Kadı’nın evinde de görünürdü Paşa; Hakk’ın yardımı ve nimetini orada dahi
buldu.)
800 Köre Kazı evinde Şerefü’ddin
Bi-tahası mukarrab ıdı emin
(Köre Kadı’nın evinde, doğruluğuyla yakınlaşmış güvenilir biriydi.)
801 Bu sebebten düni güni Paşa’m
Ohşanur-ıdı ellerinde mudam
(Bu nedenle her iki evde de daima okşanırdı, sevilirdi.)
Şerefüddin adlı kişinin onsekiz yıllık evli fakat çocuksuz ve ayrıca Köre Kadı’nın çok yakın dostu olduğu belirtiliyor. Köre Kadı’nın Baba İlyas’ın can düşmanı olduğu ve onun Gıyaseddin Sultan’a, kendisini “ahir zaman peygamberi ilan ederek” halife ve müritleriyle büyük bir başkaldırıya hazırlandığını, çevre il kadılarının da imzalarını alıp, yazdığı mektuplarla ihbar ettiğini biliyoruz. Hatta Sultan’a önce yılanın başının ezilmesi önerisinde bulunarak, Konya sarayında Divan’ın hemen Amasya’ya ordu gönderimesi kararı almasını sağlamıştır.[1] Belli ki bölgede tanınmış zengin bir tacir olan ve sıkça seferlerde-gezilerde bulunan Hoca Şerefüddin, Köre Kadıyla sıkı bir çıkar ilişkisi içindedir. Şerefüddin’in zaviyenin yıkıntıları arasında bulduğu çocuğun Muhlis Paşa,yani baba İlyas’ın oğlu olduğunu bilmesi ve isyanın başlangıcında büyük ölüm riskini göze alarak çocuğu alıp evlat edinmesi, onun Baba İlyas’a candan bağlılığının ispatıdır. Elvan Çelebi’nin beyitlerinde açıkça belirtilmemesine ve dolayısıyla Mertol Tulum’un da kabul etmemesine rağmen, bu kişinin Şeyh İlyas’ın, onu ve ailesini çok yakından tanıyan çok önemli bir müridi olmalıdır bizce. Şeref üddin gizli babai-bâtınidir, belki de türlü kılıkta dolaşan bir bâtıni İsmaili dai’lerinden biridir. Bâtıni inançlar geleneğinde, toplumun üst tabakalarında, saraylarda yöneticiler arasında takiye yöntemiyle kendisini saklayan çok örnekler vardır Sekçuklu tarihinde.
Şerefüddin, kimliğini saklayarak Muhlis Paşa’yı yedi yıl evinde büyütüp yetiştirmiştir. Özellikle ahbabı, ama Paşa’nın babasının can düşmanı Köre Kadı’nın evine de sıkça uğrayıp yiyip-içmesini, Mısır’da annesi tarafından bebekken bir sepete konularak Nil’e atılanve Firavun’un karısının bulup besleyp büyüttüğü Musa peygamberle karşılaştırmıştır Elvan Çelebi. Muhlis Paşa yedi yaşını doldurduğunda, Şerafüddin’in onu Mısır’a götürmesi veya göndermesinin nedeni sadece sakladığı sırrın ortaya çıkmasıyla yaşanılacak tehlike, yani kendisinin ve çocuğun öldürülmesi veya hapse atılması değidir. Asıl nedeni, Şerefüddin’nin, kendisini babası bilerek büyümüş yedisinde bulunan Muhlis Paşa’ya, ulu Şeyh Baba İlyas’ın oğlu olduğu ve onun makamına geçmesi gerektiği anlatılmıştır. Bunun için de iyi eğitim görmesi; Arapça öğrenmesi, zahir ve bâtin bilgileriyle donatılmasının zorunlu olduğu düşünülerek Mısır’a götürülmüştür. Olasıdır ki, Şerefüddin’n Mısır’da ticari ilişkileri olan dostları ve ayrıca II. Gıyaseddin’in, isyanın çok kanlı bastırılmasının ardından yaptığı Babai kovuşturması döneminde yakalanıp asılmaktan, derisi yüzülmekten ya da zindana tıkılmaktan kaçarak kurtulmuş, Mısır’a sığınmış olan Şeyh İlyas’ın bazı halifeleri de vardır. Yine çok büyük olasılıkla, Şerefüddin bizzat kendisi Muhlis Paşa’yı götürüp onlara teslim etmiştir Mısır’da eğitilmesi için.
Büyük isyanın içinde ve yenilgi sonrasındaki kovuşturma ve kırımlar sırasında korunmuş olan Muhlis Paşa’nın yedi yaşındayken, özellikle II. İzzeddin Keykavus’un tek başına sultan olduğu 1247 yılında, sırrın ortaya çıkmasının tehlikesi kalmadığını düşünüyoruz. Dahası bizce; Şeyh İlyas’ın ölmediği, boz atının duvarı yararak kendisini zindandan kurtarıp sırtına aldığı ve göğe çekildiğine inanan bâtıni inançlı Babai Türkmenler arasında, oğlunun yaşadığı çoktan gizlice yayılmış bulunmaktadır. Elvan Çelebi’nin beyitlerinde aşağıda görüleceği gibi Muhlis Paşa’nı Mısır’a gidişi ve yedi yıl orada kalıp Rum’a dönüşü Baba İlyas’la eşleştirilen Bozatlı Hızır İlyas aracılığıyla olmuş ve onları kerametlerine bağlanmıştır. Muhlis Paşa’nın Mısır’a gidişi orada yedi yıl kalışı ve Mısır Sultanı görüşmesi ve Rum’a dönüşünü anlatan dizeleri verdikten sonra Anadolu’daki siyasal ortamı kısaca anlatarak yorumlara geçeceğiz.
809 Şayh çün yidiye irişti tamam
Misr’i kılur Bozatlu Şayh’a makam
(Şeyh(Muhlis) yedi yaşına eriştiğinde, Bozatlı(Hızır) Mısır’ı makam kılar.)
811 Misr’e iltür Boz ardına aluban
Lutf ıla hoş dutar bile oluban
(Hızır boz atının ardına alarak Mısır’a iletir; birlik olup ona hoşça vakit geçirtir.)
812 Liki süratça ol Melik Zahır
Otağına kılur anı hazır
(Muhlis Mısır Meliki ile yüzyüze buluşur, Melik onu otağında (hükümdarlık çadırında)
ağırlar.)
813 Sebebi şol ki dürlü dil bilur
Birbiriyle şol iki göz gibi olur
(Şeyh Muhlis türlü dil bildiği için, iki gözün uyumu gibi birbiriyle anlaşırlar.)
814 Sürata ger yidi yaşar oğlan
Ma’nıda şah-ı alamm-ı irfan
(Oğlan suratça yedi yaşında bile olsa, maneviyatta irfan aleminin şahıdır.)
815 Misr içinde kamu fakih u hakim
Dirler idi “favka ilmin alim”
(Mısır içindeki tüm hukuk bilginleri ve hekimler, o ‘alimlerin ilminin üstündedir’
derlerdi.)
816 Yidi yıl dakı oş bu sürat ıla
Sürdü dirlik Misr’de hikme ile
(O yedi yıl dahi bu görünüş içinde, gizli bilgilerle (hikmetle) Mısır’da yaşam sürdü.)
Büyük İsyan Sonrası Rum’da Siyasal Durum
1245 yılında Tokat yakınlarında Mogollarla yapılan Kösedağ savaşında büyük yenilgiye uğrayan II. Gıyaseddin Keyhusrev, Antalya’ya çekilmiş ve bir süre sonra ölmüştü. Her nedense Selçuklu tarihçileri bu büyük yenilgiyi de, 2 ay süren ve Simon Saint Quentin’in dediğine göre bu iki ay içinde tam on iki kez Selçuklu ordularını yenen ve ancak 1000 (ya da 3000) kişilik zırhlara bürünmüş Frank şövalyeleri sayesinde Malya’da yenilmiş; beş yıl boyunca binlercesi kıyıma uğramış, zindanlara tıkılmış Babailerin halk ayaklanmasına bağlamaktadırlar. Sultanlara padişahlara toz kondurmaz ve her yenilgiyi sudan bir nedene bağlayıp onları aklar; yönetim zaafiyetini, beceriksizliğini ve zulmünü görmek istemez bu Türk-İslam tarihçi zihniyeti. Bunu geçelim...
Keyhusrev’in ölümüyle henüz çocuk olan üç oğlundan en büyüğü (11 yaşında) II.İzzettin Keykavus’u Emirler başa geçirdi. Onu başa geçiren Selçuklu Emirleri, özellikle vezir Celaleddin Karatay, İzzettin’in bu ilk tekbaşına sultanlığı (1246-1249) döneminde Babai koğuşturmaları durdurulmuş, hatta zindanalara atılanlar çıkarılmaya başlamıştır. Bu dönemden başlayarak, Sultan II. İzzettin Keykavus’un siyasetinin, diğer kardeşlerinin aksine, Moğol karşıtlığı ve bağımsızlık olduğunu görüyoruz. Bunun için Anadolu’daki yerleşik ve göçebe Türkmenlerle güçbirliği yapmak gerektiğinin farkına varılmıştı. Ancak bu durum bazı emirlerin ve Türkmenlere iyi gözle bakmayan Konya aristokrasisinin, özellikle Mevlânâ çevresinin işine gelmiyordu.
Kardeşler arasındaki taht mücadelelerini burada uzun uzun anlatmaya gerek yoktur. Tekli, üçlü ve ikili yönetim tarihlerini vermekle yetinelim: 1246-1249 yılları II.İzzettin Keykavus’un birinci tekli yönetimi; 1249-1254 yılları İzzettin Keykavus, IV.Kılıcarslan ve II.Alaaddin Keykubat’ın ortak üçlü yönetimi; 1254-1257 yılları II.İzzettin Keykavus’un ikinci tekli yönetimi; 1257-1262 yılları İzzettin Keykavus, IV.Kılıcarslan’ın ikili yönetimi. 1262-1266 yılları ise IV.Rüknettin Kılıcarslan’ın tekli yönetimi. Kısacası, kardeşler arasındaki taht kavgalarına Moğol komutanları Baycu Noyan ve Hülagu’nun müdahaleleriyle tekli, üçlü ve ikili yönetimler, 1262’de II. İzzettin Keykavus’un yenilmesiyle 1266 yılına kadar IV. Rükneddin Kılıcarslan tekbaşına ve Moğol korumalığında (sözde) Selçuklu Sultanı olarak Rum ülkesini yönetti. 1266’da IV. Kılıcarslan’ı ortadan kaldıran Mogol kökenli veziri, Mevlânâ’nın meşhur müridi Muinüddün Pervane, Moğol İmparatorluğunun bir doğu eyaleti valisi gibi ülkeyi yönetmeye başladı.
Kuşkusuz Elvan Çelebi’nin anlattığı gibi Muhlis Paşa’yı; 1254 yılında 14 yaşındayken, at verip, kemer-kılıç kuşatarak, Mısır’dan Rum’u fethetmesi için Bozatlı Hızır göndermedi:
825 Çünki bedr oldı ol vilayat ayı
Görinur gün gibi sa’dat ayı
(Çünkü Şeyh Muhlis on dört yaşına gelince (bu) seyyitler ayı gün gibi görünür oldu.)
826 Yine Boz Buraklu din güneşi
Alam asayışı vü Hızr işi
(Yine din güneşi Boz atılı, alemin güvencesi Hızır işe koyulur;)
827 At virür , kemer kılıç kuşadur
“Ruma vargıl” diyu virur dasdur
(at verip kemer kuşatır ve “Rum’a git” diye izin verir;)
830 “Durma var Rum’a feth kıl Rum’ı
Davat it cema’at-ı Şumî
(“durma Rum’a var, Şam cemaatını davet edip Rum’u fethet.”)
831 Tac u tahtın kamu kıla tarac
Ola kemden keme bular muhtac
(Sultan’ın tacını ve tahtını zorla alıp, onları kötülere muhtaç kıla isteniyor.)
Bu dizelerde belirtilen ‘Boz Buraklu din güneşi, dünya-alemin güvenliğini sağlayan Hızır’ simgesi kim için kullanılmıştır? Ona at verip, kemer-kılıç kuşatan; Şamlı Cemaatını –ki bunlar Baba İshak’ın mensubu bulunduğu Şam Bayadı Türkmenleri olabilir- davet ederek Rum’u fethetmesini isteyen kimdir? Rum’u fethetmesi için de, Selçuklu hanedanının tacını tahtını yağmalayıp, onları en kötü durumlara düşürmesini, kötülere muhtaç kılmasını ve böylece babasının öcünü almasını isteyen kim olabilir? Biz bu kişinin, arkasında duracağı sözü veren Rum’da gözü olan Mısır Melik’inin olduğunu düşünüyoruz.
812 Liki süratça ol Melik Zahır
Otağına kılur anı hazır
(Muhlis Mısır Meliki ile yüzyüze buluşur, Melik onu otağında ağırlar.)
813 Sebebi şol ki dürlü dil bilur
Birbiriyle şol iki göz gibi olur
(Şeyh Muhlis türlü dil bildiği için, iki gözün uyumu gibi birbiriyle anlaşırlar.)
817 Tahta ve bahta müjdigani kılur
Meliku’z Zahir ol nihanı bilur
(Mısır Meliki Zahir, Muhlis’in gizli sırrını bilir; ona taht ve baht müjdesi verir.)
Muhlis Paşa’nın gizli sırrını öğrenen Melik onu sultanlık çadırına çağırıp konuşur. Bu buluşmada ona taht ve baht müjdesi, yani Selçuklu tahtını ele geçirme şansının arttığı müjdesini verir. Kısacası Muhlis Paşa ve çevresine hiç beklemedikleri anda Hızır gibi yetişir. Bu Melik, daha çok Baybars adıyla tanınan ve ilk kez Moğol ordularını yenerek Suriye’ye girmelerini önleyen Mısır Memlük Devleti’nin güçlü sultanı Meliku’z Zahir (1260-1277) değildir.
Muhlis Paşa 1247 yılında Mısır’a gittiğinde, ülkede Eyyubi hanedanı hüküm sürüyordu. Memlük Devleti 1250 yılında İzzettin Aybeg (Aybak) tarafından kuruldu, Mısır Bahri Hanedanı’nın eline geçti. Öyle anlaşılıyor ki, artık Arap dilini de öğrenmiş, artık “favka ilmin alimi” olmuş Muhlis Paşa, olasıyla Sultan Aybeg’le 1250-54 yılları arasında görüşmüş olmalıdır. Belli ki, Sultan Aybeg, hükmü altında bulunan Suriye’yi aşarak, kurmuş olduğu Memlük Devleti’nin sınırlarını genişletmek ve belki Rum’u da ele geçirmek arzusuyla Muhlis Paşa ve çevresini teşvik etmekteydi. Elvan Çelebi IV. Rükneddin Kılıcarslan’ı Gıyaseddin adıyla andığı gibi, İzzeddin Aybeg’i de, 17 yıl Mısır’ı yönetmiş ve daha çok tanınan Meliku’z Zahir (Baybars) sanmıştır.
Elvan Çelebi’nin Muhlis Paşa’nın Rum’a, yani Anadolu’ya dönüşü ve buradaki mücadelesini anlattığı beyitlerinden, onun 1254 ile 1266 yılları arasında tam 12 yıl boyunca Rum’u baştanbaşa dolaştığı anlaşılıyor. 17 şehirde 17 kez yakalanıp heapse atılmışsa da hepsinden de Bozatlı Hızır’ın yardımıyla kurtulduğunu söylüyor Elvan Çelebi. Bunlardan sadece 1266 yılında Konya yakınlarındaki Gevele-Gevale kalesine hapsedildiği ve kalenin burcundan mancınıkla fırlatıldığı, havada Hızır tarafından tututlarak yere sağselim indiği ve tüm yöre halkının (Ateşgede, Musevi, Hristiyan ve Müslüman) önünde yere kapanıp ona biat ettiği betimlenir. Demek ki, Muhlis Paşa, II.İzzeddin Keykavus’un tekli yönetimi(1254-1257) ve IV.Kılıcarslan’la ikili yönetimlerinde (1258-1262) yakalanıp yakalanıp, hemen salınmıştır. Ancak IV.Kılıcarslan’ın tekli Moğol korumalığı altındaki yönetimin sonunda mancınıkla havaya fırlatılması gibi ölümcül bir cezaya çarptırılsa da, ondan kurtulmasını da başarır Muhlis Paşa. Bunda aslında İzzeddin’in kendisini tutan ve bağımsızlıktan yana olan yerleşik ve göçebe Türkmen topluluklarını gücendirmeme siyasetinin hoşgörüsü yatmaktadır diye düşünüyoruz. Ayrıca Muhlis Paşa ile yüzyüze görüşerek anlaşmak istemesinden, IV. Kılıcarslan’ın da son zamanlarda Pervane’ye karşı tavır alması ve Moğolların baskısından kurtulma özlemiyle Türkmenlere yanaşma denemesi sezilebilir.
IV.Rükneddin Kılıcarslan Neden Muhlis Paşa’yla Buluştu?
Muhlis Paşa 1266 yılında, Selçuklu Sultanı ile 12 yıllık gezisinin son durağı, mancınıkla göğe fırlatıldığı Gevale Kalesi’nde buluştu ve 26 yaşındaydı. Bu buluşmanın öncesi ve sonrasını anlatan beyitlerden bazılarını verdikten sonra yorumlarımızı yapalım:
846 Nice ki geldi Rum’a ol server
Hiç eksilmedi bu fitne vü şer
(Ne zaman ki, o server (Muhlis Paşa) Anadolu ’ya geldi; fitne ve kötülük hiç eksik
olmadı.)
847 On yidi para şehr içinde tamam
Girdi zindana düşti bende tamam
(Tamam on yedi şehirde zindana atılıp tutsak edildi.)
849 Ol mülevves Gıyası-din Sultan
Rum’a serteser o idi kaan
(O pis Gıyaseddin Sultan, baştan başa Rum’a hakan idi.)
850 Adı İslam evinde sultan-ıdı
Dirliği din içinde şaytan-ıdı
(Adı İslam ülkesi sultanıydı, ama yaşam biçimi dindar görünüşü altında şeytanlıktı.)
872 Er ü avrat ulu kiçi beg ü kul
Şah’a ve şayhlığa cümle kıldu
(Muhlis Paşa’yı erkek, kadın, ulu kişi, bey ve kul cümlesi şahlığa ve seyhliğe (lâyık)
görürdü.)
870 Hem hemandem Gıyas-ı Sultan’a
İrdi bu kal u hal u çün u çara
(Bu söz, bu hal, neden ve çaresi Sultan Gıyas’a kısa zamanda ulaştırıldı;)
874 Geh saraperde geh tahtı talap
Eylemekdür işi çi rüz u çi şeb
(“onun işi sabah akşam gâh sultan çadırı gâh tahtı talebetmektir”dediler.)
879 Bundan ön bu haber dinu geldi
Kafir o söze inanu geldi
(Önce bu alçak-yalan haber geldi, kâfir(Sultan) bu söze inandı.)
880 Çün bu icmal-ıla bu tafsılatı
Anladı Şah-ı Rum açtı dilı
(Rum Şahı bu haberlerin özeti ve ayrıntılarını anladı ve açtı ağzını;)
881 Eydür anı Gevele’de mescun
Anca kon aç kim ola mecnun
(“onu Gevele’de zindana kapatın ve aş koyun ki deli olsun” dedi)
891 Şah çünkim Gevele’ye ağdı
Sanki rahmat Gevele’ye yağdı
(Sanki Şah (Şeyh Muhlis) Gevele’ye geldiği için, Gevele’ye gökten rahmet yağdı,bereket
geldi.)
892 Gebr ü Tarsa Cuhud u Nasrani
Gebri çok azı-ıdı musulmani
(Orada Ateşgede, Hristiyan, Yahudi ve Nasrani’ler yaşıyordu, Zerdüştler çok Müslüman
azdı.)
894 Oldı zindanda düpdürüst yüz gün
Yimedi içmedi ne dün ü ne gün
(Zindanda, gece gündüz yemeden içmeden tam tamına yüz gün geçirdi.)
897 Ahir ölmüş ola ol anda yakin
Nice ölmüş görin bir ol miskin
(“Sonunda ölmüş olmalı; oraya gidin görün bir, nasıl ölmüş o miskin?”)
898 Didiler Şah ölmedi diridür
Gevele sanki mulki vü yiridür
(“Şah, (Muhlis) ölmedi diridir; Gevele sanki kendi mülkü, kendi yeri” dediler;)
899 Cümle halkın mürid idinmiş
Kal’a ehli kamusı kirtinmiş
(“cümle halkını mürit edinmş (bu yüzden) kaledekilerin hepsi sinmiş.”)
902 Varun bir irte mancınık düzün
Cehd idün umrınun tınabun üzün
(‘Erkenden varın mancınık hazırlayın, gayret edip ömrünün bağını yüzün’diye buyruldu.)
914 Attılar mancınıkla Şayh’ı
Dilediler halak ola Sayh’ı
(Helak olması dileğiyle Şeyh’i mancınıkla fırlattılar.)
915 Ol havadan giderken ol Sultan
İrişür ana rahmat-ı Rahman
(O Sultan (Şeyh Muhlis) havada giderken, Tanrının rahmeti ona yetişir;)
919 Ya’ni Hızıru’n Nebi aleyhi salam
Dutar anı zihi murad u maram
(yani Hızır Nebi aleyhisselam ne mutlu ki dileği ve meramı (için) onu tutar.)
920 Ol havadan anı alur varur
Gendu ilminden ona huş virur
(Onu havadan alıp(yere indirir), kendi ilminden ona akıl verir.)
921 Kal’a ehli vü cümle serhengler
Toprağa dökilür çü hakister
(Kale ehli ve bütün görevli çavuşlar, kül gibi toprağa dökülür.)
926 Dağda vü taşta cümlegi adam
Hak bilürler anı kamı alam
(Dağ ve taşta cümle adam ve bütün alem onu hak(gerçek) bilirler.)
941 Çün çıkageldi na-gehan Sultan
Yöridi başurdı serhengan
(Birden Selçuklu Sultanı çıkageldi, çavuşlar yürüyüp baş eğdi, yere kapandılar.)
942 Didi ‘ol fitne def oldumı dün’
Didiler ‘toğalı bu ay u bu gün
(Sultan dedi: “O fitneci yokoldu mu? Dediler: “Bu ay ve güneş doğalı;)
943 Kimse görmedi görmeye dakı bir
Alam içre bunun gibi bir sir’
(kimse görmedi ve dahi görmeyecek alem içinde bunun gibi sırrı!”)
- R.Kılıcarslan’ın Sultan oalarak Moğol korumalığı altındaki tek başına iktidar oluşu çok uzun sürmeyecektir. Gevale’ye uğrayıp, zindanda 100 gün aç bırakarak ölüme mahküm ettirdiği; ondan da kurtulduğu için, mancınıkla kaleden fırlatılmasını istediği Muhlis Paşa’nın ölüsünü görmeye geldiğinde ‘ o fitne def oldu mu dün?’ diye sorunca, kuşkusuz aldığı yanıt onu şaşırttığı kadar düşündürmüş olmalıdır. Muhlis Paşa’nın mancınıkla fırlatılmasından da kurtulmasının, onun ardındaki güce dayandığını artık anlamıştır. Örneğin, 1256’da Baycu Noyan’a karşı erleriyle karşı duran Şeyh Affan’ı da anımsamış olmalıdır. Baba İlyas’ın halifeleri arasında en seçkin olan Şeyh Affan şimdi Muhlis’e bağlanıp onun halifesidir. Baycu Noyan Rum’a saldırıp Amasya civarını talana başladığında, işini bırakıp cümleyi silahlandırarak Arguma’da dağın tepesine çıkar. Oradan saldırarak Baycu’u durdurur:
1904 Şayh Affan halifa-ı Muhlis
Ber-güzide miyana-ı hulafa
(Halifeler arasında seçkin biri olan Muhlis’in halifesi Şeyh Affan’dı.)
1906 Baycu Rum’ı kıldı çün tahtana
Ma’dın’a vü Bulak’a irdi bala
(Baycu Rum’u yağmaya başlamış, Madın’a ve Bulak’a yukarı varmıştı.)
1907 Çıktı kafırdan Arguma’ya kaçup
Şayh Affan u cümlegi sulaha
(Şeyh Affan ve bütün silahlılar kâfirden kaçıp Arguma’çıktı.)
1908 Çün Kadam bastı dağ kullasına
Hızır Peygamber görünir ana
(Dağın tepesine ayak bastığında ona Hızır Peygamber görünür.)
1910 Kullasından tağun dibine degin
Şöyle galtan ravan çi dest ü çi pa
(Dağın tepesinden dibine değin ne el ve ne ayak kulanmadan yuvarlanarak varır.)
1913 Kamçı boyunca halkı kırarken
Görür ikrar getirir Şayha
(Halkı kamçılayarak kırıp geçiren (Baycu), bunu görünce Şeyh’e ikrar verip mürit
olur.)
IV.Kılıcarslan düşman bellediği ve Mogolların yardımıyla yendiği kardeşi İzzettin Keykavus’u desteklemiş olan Türkmenler’e yanaşmayı kafasına koyar. Sözde veziri Moğol valisi Pervane’nin fethedince Sinop’u kendi mülkü yapması, ikinci bir Sultan gibi davranmaya başlaması canını sıkmakta ve her yıl ödenen ağır haraç-vergilerle Mogol baskısı altında olduğu bilincindedir. Bir türlü öldüremediği Muhlis Paşa ile anlaşarak Türkmenler’i yanına çekebileceği umuduna kapılmış olmalı. Bu nedenle Muhlis Paşa’yı, istediği şehrin emirliğini ve ikta olarak mülkünü vermeyi önerip, beg olarak yanında görmek ister. Hatta babası Baba İlyas’ın acı sonunu anımsatarak, öyle bir başkaldırı hareketine kalkışmamasını da söyler açıkça. Zaten Muhlis Paşa, Mısır’dan ayrılırken hedeflediği, Rum’daki babasının halifeleri aracılığıyla Selçuklu Sultanı ve Moğolları baskısı altında yaşamakta olan Alevi-Bâtıni inançlı Türkmenleri ve diğer halkları peşine takıp isyan çıkarmayı kafasından çoktan atmış bulunuyordu. Uzun gezileri sırasında, böyle bir halk hareketinin öznel ve nesnel koşullarının mevcut olmadığının farkındaydı. Ayrıca Babasının halifelerinin çoğu Sulucakakarahöyük’te dergahını kurmuş olan Hacı Bektaş’ın ve Anadolu Bacıları (Bacıyan-ı Rum) örgütünün çevresinde toplanmış olduklarını ve Moğollar’ı Rum’dan çıkarmak için bağımsızlık siyasetini güden II.İzzettin Keykavus’la birlikte olduklarını görmüş; mutlak surette o çevreden bir uyarı bile almış olmalıydı. Nevar ki, kardeşi IV. Kılıcarslan ve onu tutan Moğol istilacılara karşı Mısır Melik’i Baybars ve göçebe ve yerleşik Türkmenlerin önderleriyle görüşüp anlaşan II. İzzettin Keykavus’un başlarında Yavtaş ve Ali Bahadır isimli Türkmen komutanlarının bulunduğu ordusu 1262’de bozguna uğramış. II. İzzettin Keykavus, yine kendisine yardım etmiş bulunan Hacı Bektaş’ın halifelerinden Saru Saltuk ve onun 12 bin Türkmen gücüyle Bizans İmparatoru IX. Mikhael Paleologos’a sığınmıştı. İmparator ertesi yıl Saru Saltuk ve yanındaki Türkmenleri kuzey sınırdan yapılan akınları durdurmak için Dobruca’ya yerleştirdi. İzzettin Keykavus ise bir süre sonra saray entrikalarına karışınca Kırım’a sürüldü.
Bütün bu olayları duyan ya da tanık olan Muhlis Paşa, babasının halife ve müritlerini siyasal değil, ama inançsal bağlamda toparlamak çabasındaydı. Bunu hem Selçuklu Sultanı IV. Kılıcarslan’a hem de Moğol valisi Pervane’ye inandırmak durumundaydı yaşayabilmesi için. Oysa Kılıcarslan, tam tersine onu siyasetin içine çekip bir Emir derecesinde Türkmenleri arkasına alıp kendisine bağlamak, destek yapmak niyetindeydi. Kuşkusuz, gerçek siyasal durumu bilen, hatta Sultan’ınsonunu bile tahmin eden Muhlis Paşa onun önerilerini reddedecekti. Bu görüşmeyi Elvan Çelebi’nin anlatısından okuyalım:
956 Görünü geldi ay u gün nurlu
Hak’tan “inna fatahna” manşurlu
(Tanrıdan “inna fetahna” [2] fermanı almış ay ve gün gibi parlak (Şeyh Muhlis)
göründü.)
957 Gördi serheng gayri serhengler
Eyittiler “Şah, oş budur ol er
(Onu gören çavuş ve neferler, “Şah’ımız! İşte budur o er;)
958 Erlik içinde Şibil vü Maruf
Erliğe bunca olmaya mevsuf”
(Erler(mutasavvıflar) arasında Ebubekr Şibli(ö.946) ve Maruf Kerhi (ö.815) bile bunun
gibi erlik vasfı taşıyamaz.)
959 Baş götürdi vü ne görür Sultan
Görür ol şahsuvarı şöyle revan
(Başını eğen Sultan, o ata üstünde gelen süvariyi görür ve)
961 Sürdi hıngıni “eydür iy Şayh bak
Bu kemal ki sana virmiş Hak
(atını sürerek, “ey Şeyh, der, bu olgunluğu Hak ki, sana vermiş;)
962 Bu ne tesbih ü zikr ü saccada
Farig ol bulardan azada
(ne bu tesbih, zikr ve seccade? Vazgeç, kurtul bu şeyhlik alametlerinden.)
963 Sana bir il vü şahr u mülk vireyim
Dakı eksük ne var-ısa göreyim
(“Sana bir il, şehir ve mülk vereyim ve dahi eksiğin varsa yerine getireyim.)
964 Fariğ ol ko bu adı terk eyle
Ahdunı bizüm ile berk eyle
(Vazgeç, terk eyle bu Şeyh adını; gel aramızda sağlam bir anlaşma yapalım. )
966 Sana beglik saza vü layıktur
Suratun beglige muvafıktur”
(Çünkü sana yaraşan ve layık olan beyliktir ve suratın, görünüşün beyliğe uygundur.”)
967 Döndi ol kamu gözlerün nurı
Eydür “iy Şah, ben bu manşurı
(Herkesin gözü Şeyh Muhlis’e döndü; o dedi ki “ben bu fermanı,)
968 Andan aldum kim irmez ana zaval
Ol emirden döner bu mah u bu sal
(kendisine hiç zeval ermeyen (yokolmıyan) birinden aldım ki, ay ve yer onun emriyle
döner.)
969 Mülkinin haddı vu sınırı yok
Gören ansız gözinde nurı yok
(Mülkünün sonu ve sınırı yok ve onsuz kimsenin gözünün ışığı olmaz,yani göremez.)
975 Kim kodı önüme Kerim ü Rahim
Yiryüzin kıldı çün behişt-i naim
(Cömert ve esirgeyen Tanrı, yeryüzünü bolluk cenneti kılıp önüme koydu.)
976 Dünye vü ahırat önümde esir
Kullıg ider kamu fakır ü emir
(Dünya ve ahiret önümde tutsak olmuş; bütün fakirler ve emirler bana kulluk eder.)
977 Var-ısa milketün sana olsun
Ol ki degdi bana bana olsun”
(Eğer bir mülkün varsa sana olsun, bana değen de benim olsun.)
979 Eydür “iy Şayh atanı gördün
Görmedünse görenlerden sordun
(Sultan:“Ey Şeyh atanın durumunu gördün, görmedinse görenlerden sorup
öğrenmişsindir;)
980 Kim nice leşkerin harab u yabab
Kılduğ u hem ciğerlerini kebab
(nasıl askerlerin harap ve perişan ve ciğerlerini kebap ettiğimizi, hepsini yokettiğimizi.)
981 Bir ile bes degul mi bir sultan
Ne gerek bir ile iki farman
(Bir ülkeye yeter değil mi bir Sultan? Ne gerekir bir ülkede iki ferman?)
982 Bir il içinde bir nice şayh var
İlle sultan bir olsa yig sazvar”
(Bir ülkede çok sayıda şeyh var, ama bir sultan olsa yeğdir, uygun olur”dedi.)
983 Çünki dastur virdi Şayh eydür
“Kime dastur olur-ısa kaydur”
(İzin verince Şeyh karşılık verdi: “(Tanrıdan) kime destur verilirse o uygun olur.”)
Muhlis Paşa’nın dünya değil gönüller sultanı, hatta bu bağlamda kendisinin bile manevi sultanı olduğu, bunun da kendisine Tanrı tarafından verildiğini; dünya malında -mülkünde gözü olmadığını açıklamasını anlamazlıktan gelen gelir Sultan IV.Kılıcarslan. Bir ülkede iki sultan olmaz diyerek ısrarcı olması, arkasındaki inanç kitlesinin gücünden dolayı belki Muhlis’in şeyhliğini sultanlığa eşit görmesine bağlanabilir. Şeyh’in burada son sözü; Tanrı’dan “kime destur olursa” o Sultan olur. Bu sözler onun, Pervane’yle arasının bozuk ve bu vezirin Sultanı ortadan kaldıracağına dair duyumlar almış olduğunu gösterebilir. Nitekim IV. Kılıcarslan, kandırıp yanına çekemediği Muhlis Paşa ile buluşmasının yedinci günü, Gevale kalesinden Sultan Hanı’na “sefere çıkıp” oraya ulaştığında tuzak hazırdır; önce zehirlenir, ardından Pervane, yayının kirişi ile onu boğar. Kuşkusuz Pervane, Sultan’ın Muhlis Paşa ile neden buluştuğunu ve Sultan’ın onun aracılığıyla Türkmelerden ve İzzettin’in 1262 savaşında yardımına yetişemiyen Baybars’la anlaşıp ondan destek almak niyetini çok iyi biliyordu.
984 Sen gör imdi ki Fa’ıl-ı Muhtar
Nice ider Gıyas-ı şikâr
(Gör sen şimdi Tanrının-Peygamberin işini ki, ecel nasıl Gıyas’ı avladı?)
985 Hoz tavarihte bellüdür bu habar
Kıldı yedinci gün Gıyas sefer
(Bizzat tarihlerde bu haber bellidir; Gıyas yedinci gün Gevale’den sefere çıktı,)
986 Han-ı Sultan içinde boğuldı
Varlığı suyı külli soğıldı
(Sultan Hanı’nda boğuldu ve kötü varlığı tamamıyla ortadan kalktı(!)
987 İy basa taht u baht u tac u serir
Zulm u hayf odına ki düşti erir
(Ay ne fena! Bahtı, tacı ve tahtı zulüm ve intikam ateşine düşüp eridi.)
988 İy basa Pazışah u saltanatı
Kıldı kemden kem anı kem niyeti
(Ey ne fena! Padişahlığı ve saltanatı onu, kötü niyeti yüzünden kötüden de kötü kıldı!)
Elvan Çelebi’nin, babasının adıyla andığı IV.Rükneddin Kılıcarslan’ın öldürüleceğinden Muhlis Paşa’nın haberi olması Mertol Hoca’yı, onun Pervane ile işbirliği yapmış olduğu sezgisine götürüyor. Bizce bu doğru olamaz; çünkü zaten Sultan IV. Kılıcarslan’ın Pervane için, Pervane’nin Sultan hakkında söyledikleri gizli değil, herkes tarafından biliniyordu. Sultan Hanı’ndaki ziyafette buluşma bir çeşit anlaşma, Sultan açısından veziri Pervane’yi uyarmak içindi. Ancak Moğolların temsicisi, daha doğrusu Moğol İmparatorluğunun bir çeşit Rum Eyaleti valisi Muinüddin Pervane’nin gücünün farkında olan herkes IV. Kılıcarslan’ın öldürüleceğini tahmin edebilirdi. Kısacası Pervane Muhlis Paşa için Gıyas oğlu Kılıcarslan’dan da tehlikeliydi. Bu nedenle Muhlis Paşa’nın gezilerini kestiği ve 1266’dan 1273’e kadar Arapkir’e gidip gizlendiği ve ailesiyle birlikte 6-7 yıl burada yaşadığı anlaşılıyor.
Muhlis Paşa’nın altı ay boyunca Sultan Hanı’nda kalışı ve Konya’da sözde Selçuklu Tahtına oturmuş olduğu iddiasının dayandırıldığı beyiti verdikten sonra, yapılan yorumlar üzerinde biraz konuşalım:
991 Hazrat-ı Şayh altı ay tamam
Kıldı sultan evin saray u makam
(Hazreti Şeyh tam altı ay Sultan Hanı’nda kalıp, burayı saray ve makam kıldı veya burada makam sırasını belirleyip müritlerine açıkladı)
992 Yitmiş iki vü altı yüz yitti
Hem bu yılda calal-ı din gitti
(Altı yüz yetmiş iki yılı sona erdiğinde din ulusu öbür dünyaya gitti.)
Menakıbu’l Kudsiyye’yi Türkçe çeviriyazısıyla ilk yayınlayan Ahmet Yaşar Ocak ve İsmail Erünsal, eski Osmanlı tarihyazıcıların ilk beyiti anlamlandırmasına eleştirel yaklaşmadan aynen kabullenerek “sultan evini”, yani Sultan Hanı’nı Konya Sultanı’nın sarayı sanıp, Muhlis Paşa’nın burayı altı ay kendisi için “saray ve makam” kıldığını düşünmüş. Muhlis Paşa’yı, Konya’yı ele geçirtip Selçuklu tahtına oturtmuşlardır. IV. Kılıcarslan’ı kendi elleriyle boğup öldürmüş ve azılı bir Türkmen düşmanı olan Pervane hiç böyle bir duruma izin verir miydi? Ayrıca Prof. Dr. Mertol Tulum’un dediğince “sarayıın saray kılınması” da ne demek oluyor? Elvan Çelebi böyle bir yanlış ifade kullanmış olamazdı. Bize göre ise Muhlis Paşa, IV.Kılıcarslan’ın öldürülmesinin ardından altı ay Sultan Hanı’nda kalmamış, hatta oraya gitmemiştir bile. Onun Sultan Hanı’nda altı ay kalışı, Kırşehir’de Şeyh Osman’la görüşerek vasiyetini yaptıktan sonraya rastlar. Hakka yürüdüğü yıl (1273) Sultan Hanı’nda altı ay kalıp halife ve müridleriyle geniş bir toplantı yapmış. Hem vasiyetlerini onlara bildirmiş hem de makam sırasını, yani mürit-talip, rehber-pir ve mürşit makamlarını ve kime bağlanacaklarını belirlemiştir. Bu makamlarda oturacak kişilerin hangi erdemlere sahip olmaları gerektiği ve özellikleri tartışılmış. Muhlis Paşa onları seçtikten sonra Hakka yürümüştür. Örneğin, Elvan Çelebi’nin babası Aşık (Ali) Paşa Garipname’sinde (yazma nüsha sayfa 632) bir Pir’in özelliklerini şöyle betimliyor:
“Pîr -i fasık rahmete lâyık değül
Olmaya Hak hazretinde ol kabul
(Kabahat işlemiş bir Pir, Tanrının rahmetine layık değildir ve onu huzuruna kabul etmez.)
Pes gerektür pîrlere sıdk u safâ
Zühd ü tâat tevbe vü ahd ü vefa
(Öyleyse pirlerin doğruluk, saflık sahibi; ibadet düşkünü, sözüne sadık ve vefakâr olması gerekir.)
Hoş yaraşur pîrlik uhtında er’e
Kim cihandan gönülü külli dire
(Uhdesinde pirlik olan kişiye, gönlü cihandan tamamıyla uzak olması ne hoş yaraşır!)
Lâyık ola Hazret’e doğru baka
Lacerem Hak’dan bula ömrü bakaa”[3]
(Tanrıya doğru bakmaya layık olanın ömrünü kuşkusuz O korur.)
Olasıdır ki müstensih, “sıray-ı makam”ı “saray u makam”olarak olarak okuyup kaydetmiş ve ayrıca 991-996 arasındaki beyitlerin sırasını değiştirmiş olmalıdır. Bu arada kitabın ilk yayımcıları, 992 nolu beyitteki ‘dinin celali (ulusu)’ anlamındaki calal-ı din terkibini Mevlânâ Celaleddin sanarak verilen tarihin onun ölümüne denk düşmesi dolayısıyla ve 996 numaralı beyitte mevla-na (efendimiz) sözcüğünden destek alarak, ilgisiz ve anlamsız bir biçimde Muhlis Paşa’nın yerine Mevlana Celaleddin’i geçirmişlerdir. Bu Mevlana hayranlığının işgüzarlığımıdır yoksa cehalet midir? Doğrusu anlamak güçtür. Türkmenleri sevmeyen ve onların inançlarını sapkınlık gören; Moğolları, sapkınları yola getirmek için Tanrı’nın gönderdiğini söyleyen Mevlana’nın Elvan Çelebi’nin bu kitabında adı geçemez ve geçmemiştir.
Muhlis Paşa’nın Baba İlyas’ın Halifelerinden Şeyh Osman’a Vasiyeti
Muhlis Paşa yine Hızır’dan aldığı işaretle ailesiyle birlikte saklandığı Arapkir-Onar Zaviyesi’nden kendisini koruyan müritleriyle birlikte Kırşehir-Gülşehir’e gelerek, babasının çok önemli halifelerinden olan Şeyh Osman’la görüşür. Bir süre onun zaviyesini “makam tutup”, “dün ü gün sohbat u sama u safa” ederler, yani Cem tutarlar. Dokuz oğul sahibi fakat kızı olmayan Şeyh Osman, kızı olması için Muhlis Paşa’dan bir keramet dileyince, elmayı yanına çağırıp onu Şeyh’e yedirir. Böylece ona bir kızı olacağı müjdesini de vermiş olur:
1041 Pes işarat yine yini irdi
Nafha nafha nefes nefes sürdi
(Bundan sonra işaretler yeniden geldi;üfleye püfleye ve soluk soluğa (at) sürdü)
1042 Hazrat-ı Şayh Muhlis ibn İlyas
Anı viren Çalab’a hamd u sipas
(İlyas oğlu Hazreti Şeyh Muhlis. Muhlis’i veren Tanrı’ya çok şükür.)
1043 Şayh Usman ki nur-ı dide durur
Hazrat-ı Şayh menzil anda urur
(Şeyh Osman ki göz nurudur, Şeyh Muhlis onun evine konaklar.)
1048 Dakı bunca fazılat u merdi
Kim kerem kıldı Hak ana virdi
(Dahi bunca erdemler ve mertliği Hak ona bağışlamıştı.)
1049 Virdi evvel tokuz irkek
Biri bir gişiye cihanca gerek
(Dokuz da erkek verdi ki, biri bir kişiye dünya gibi gereklidir.)
1053 Ahıru’l emr Hak ana gaybı
Açtı gösterdi ser-be-ser gaybı
(Sonunda Hak ona açıp baştan başa gaybı gösterdi.)
1054 Dime ki gaybı Hak bilür yalunuz
Hak bilür Hak dilerse bildürür uz
(Gaybı-gizliyi sadece Tanrı bilir demeyiniz; Hak dilerse (biz de) bildiririz.)
1057 Kamusıyla çü Hazrat-ı Paşam
Geldi şahra vü duttı anda makam
(Hepsiyle birlikte Hazreti Paşa (Kır)şehire geldi ve orada makam tuttu.)
1058 Dün ü gün sohbat u sama u safa
Ahd u tecdid-i ahd u lutf u vafa
(Gece ve gündüz sohbet, semah ve saf tuttular; yemin verdi ve and yenilediler. Lütuf ve
vefa gösterdiler.)
1059 Oş bu naz u niyazda bir saat
Cedde-i abıda bulur fırsat
(İşte bu naz ve niyaz sırasında bir fırsat bulan ibadet düşkünü büyük anne, )[4]
1060 Eydür iy mazhar-ı Calal u Camal
Kim keramat honı sana halal
(“Ey (Tanrının) ululuğu ve güzelliğinin tecellisi-zuhuru, sana helal kerametler
göstermek, dedi;)
1061 Kim sana yüz urup dilek dileyup
Gitmedi sende maksudun bulup
(“Sana başvurup dilek dileyenler, muradını sende buldular.”)
1062 Maksudum şol ki bir ayala ola
Dura önümde bir gazala ola
(Osman: “Dileğim o ki, bir kız çocuğum olsun ve bir dişi geyik yavrusu gibi önümde
dursun.”)
1063 Kim bu tenden bu can kılıcak nakl
Dura önümde bulına çün nahl
(“Bu can bu tenden çıkıncaya dek, bir hurma fidanı (ya da balarısı) gibi önümde
bulunsun...”)
1065 Çünki ma’lüm olır bu naz u niyaz
Gel beri elme dir virür avaz
(Bu dileği ve niyazı öğrenince Şeyh Muhlis, “gel beri elma” diye seslenir.)
1066 İleri yörür alur elmeyi
Hak virür Yusuf’a Zaliha’yı[5]
(İlerleyip yürüyen elmayı alır ve (Osman’a verirken) “Hak Yusuf’a Zaliha’yı
verecektir” der.)
1067 Hamd ider şükr ider sana eyler
Şayh ashabını kamu toylar
(Osman) Tanrı’ya hamd ve sena eyler, şükrederek bütün dostlarına şölen verir.)
1069 Ezeli kısmat u nasp bilün
Siz bu mahbubeyi habib bilün
(Şeyh Muhlis: “Biliniz ki, bu (doğacak) seven kıza sevgiliyi (Tanrı) önceden kısmet
etmiştir.”)
1072 Gerek on yil geçicegez varasız
Anı getrüp bunı ana viresiz
(“Aradan on yıl geçince, varıp getirir bu (kızı) ona verirsiniz.”)
1073 Bu sebebden benüm Alim ü Ali
Toptolu ola Şam u Rum ili
(O, benim Ali’mdir ve bu sebepten Ali Şam’da Rum’da çok tanınacak.”)
1074 Hak Ta’ala ana bu Tatarı
Kıla bir lutfının giriftarı
(“Tanrı ona bu Tatar kızını, güzelliğinin tutkunu kılsın.”
1076 Farz u sünnet bile namaz kıla
Savm u hac u cihadı farz bile
(Farz ve sünneti bilip namaz kılsınlar ve orucu, haccı ve cihadı farz bilsinler.”)
1077 Emr ü nehyi bilüp hak anlayalar
Kılalar emri nehyden kalalar
(“Buyruğu ve yasağı doğru anlayıp; emri yerine getirsin, yasaktan kaçınsınlar.”)
1079 El etek dutalar mürid olalar
Türlü teşrriflerle mezid olalar
(“El etek tutup mürit olsun ve türlü şereflendirmeler, ziyaretlerle artıp çoğalsınlar.”)
Görüldüğü gibi, elmayı yedirip kızı olacağını söylediği Şeyh Osman orada toplanmış müridlere toy(şölen) verir sevincinden. Gaybı bilen Muhlis Paşa, henüz ana rahmine bile düşmemiş kızını Tanrının kendi oğlu Ali (Aşık Paşa)’ye nasıp-kısmet ettiğini bildiriyor. Onu, yaşadığı yerden on yıl sonra getirip oğlu Ali’ye vermelerini istiyor. Şeyh Osman’ın kızıyla evlendiridiğinde Şam’da, Rum’da(Anadolu’da) daha çok tanınacaklarını; hem oğlunun ve gelecekteki gelininin İslamın beş koşulunu bilip yerine getirmelerini el-etek tutup mürit olmaları ve çoğalmalarını vasiyet ediyor. Ardından Rum’da yıllar boyu dolaştığını, babasının halife ve müridlerini zaman zaman toplayıp Cem’de paymaçan’a, yani dâr’a çekip sorguladığını ve kendisinin de bu gezileri sırasında çektiklerini anlatmakta. Bu arada kendisine bağlanmayan halifelerin de mahvolduğunu söyledikten sonra, geriye kalanların tamamını biraraya toplayıp, “Tekyem altına kodum iy Usman” diyor:
1113 Hulafa kim muti olmadı
Külli mahvoldu hiç kalmadı
(“İtaat etmeyen halifelerin hepsi mahvoldu, hiç kalmadı.)
1115 Her birinin kemal u hikmetini
Cam u cam eyledim tamamatini
(İtaat edenlerin) her birinin olgunluk ve bilgeliğini iki kata çıkartıp tamam eyledim.)
1116 Kamusını biraraya derdim
Her birini bir varak gibi dürdüm
(Hepsini bi araya getirip, her birini bir defter yaprağı dürdüm düzene soktum)
1117 Tekyem altında kodum iy Usman
Şahıd-ı adl bu söze Rahman
(ve Tekke’me bağladım ey Osman; bu sözüme adalet tanığı Rahman’dır.”)
Elvan Çelebinin, ‘bu söze adalet tanığı bağışlayıcı Tanrıyı(Rahman)’ göstererek dedesi Muhlis Paşa’ya söylettiği bu Tekke nerededir? Burası aynı zamanda kendisinin ve ailesinin gizlendiği, oğlu Aşık(Ali) Paşa’nın doğup büyüdüğü yer olmalıdır. Şimdi Şeyh Osman ve halifelerine söylediği son sözlere bakalım:
1118 Ne kim adam tasavvurunda olur
İsteyen bu gönülde anı bulur
(“İnsan kafasında ne tasavvur ederse, istediğinde gönülde de onu bulur.)
1119 Kamusıyla size ola malum
Kim bu demde vida oldu Rum
(Size her şey malumdur ki, şimdi bu bir vedadır Rum’a.)
1120 Surat-ıla dakı gelür degülem
Bellü bilün gelüp durur degülem
(Bilin ki, artık daha bu surat ile dünyaya gelmiyeceğim.)
1121 Beli hem bir dakı gelem bellü
Rum içinde ayan olam bellü
(Evet,bir daha geleceğim ve Rum’da görüneceğim belli.)
1122 Kimse bilmeye bini ille meger
Beni ben bildürem beni bileler
(Ancak ben kendimi bildirmezsem, ben olduğumu kimse bilmeyecek.)
1123 İmdi Usman benim vasıyyatımı
Ol saadatlu baht u devletümi
(Osman, şimdi benim vasiyetimi, mutlu kederimi ve varlığımı)
1124 Güni birle viribi gelsunler
Oş bu erkan içinde olsunlar
(günü birlik (tezelden haber) ver ki gelsin ve işte bu kurallar (erkan) içinde olsunlar.)
1125 Ne ki sende muşahada kıldum
Hak yolında mucahada buldum
(Sende gözlemlediklerim, benim Hak yolunda savaşımlarımla aynıdır.)
1127 Oş bu adab u oş bu erkanlar
Mal nedür ten nedür degir canlar
(İşte bu yol ve bu kurallardır; mal ve ten değil önemli olan can/ruhdur.)
1129 Şol sebebten vilayatum canın
Sana ısmarladım her erkanın
(Bu sebepden, veliliğimin ruhunu ve her erkanı sana ısmarladım (Osman!)
1131 İmdi ben varurum esen kalunuz
Ne kim eydildi ser-be-ser kılunız
(Şimdi ben gidiyorum esen kalın ve her ne ki iyidir onu başbaşa yapınız!”)
Bu beyitlerde Muhlis Paşa’nın Şeyh Osman’a vasiyetiyle birlikte bir veda konuşmasını okuyoruz. Kendisine bağlı halife ve müritlerinin ona bağlanmasını istiyor. İçlerinden yolu ve erkanı yürüteceğine güvendiği Şeyh Osman’ı ardıl olarak, yani kendi makamına uygun görerek, onu yerine tayin ediyor. Ancak baştan, Rum’a arrtık veda zamanının geldiğini, yakında Hakka yürüyeceğini açıklarken, aynı surat ile değil, ama başka bir donda tekrar geleceğini, Rum içinde “ayan” olacağını, görüneceğini de söylüyor. Bunu kimse bilmeyecek, “beni ben bildirirsem eğer, beni bileler” derken; ardıl bıraktığı Şeyh Osman’ın, kendisine ısmarladığı yolu ve erkanı gelecekte doğru yürütüp yürütmediğini denetleyeceği-gözleyeceği uyarısı da bulunmaktadır. Batıni-Alevi inancında önemli yeri olan ruh göçü (tenâsüh, reencarnation), yani ölümden sonra ruhun bir başka bedende yaşam bulacağı; don değiştireceği ya da dondan dona geçeceği burada açıkça vurgulanmakta. Son beyitte, ben şimdi artık gidiyorum, esen kalınız ve size söylediklerimi başabaşa vererek yerine getiriniz sözlerine, Şeyh Osman ve oradakiler özetle şu karşılığı veriyor:
1132 Bu sözü söyleyince ol Sultan
Yüzüni süriyudurur Usman
(Şeyh Mulis bu sözleri söyleyince, Osman yüzünü yere sürdü ve )
1135 Bizi sensiz kılmasun Allah
Ne ki emreyledünse Bismillah
(“bizi sensiz koymasın Allah, ne buyurursan Bismillah deyip yerine getirirz;)
1136 Himmetin kuvvatun ire dursun
Biz zayıf kulları dire dursun
(çabalarını, yardımların ve kuvvetin yetişsin biz zayıf kullarına ki diri duralım.”)
Aşık Ali Paşa’nın Arapkir’den Getirilişi ve (Şeyh Hasan) Onar Zaviyesi
Muhlis Paşa’nın özellikle oğluyla ilgili vasiyetini nasıl yerine gitirdiklerini vermeden önce, müstensihin yanlış yere koyduğunu düşündüğümüz ve Elvan Çelebi’nin, onun Sultan Hanı’nda ömrünün son altı ayını geçirdiği yılı, ölümünü ve Aşık Paşa’nın yaşını verdiği beyitleri bir kere daha gözden geçirip, açıklamalarımızı sürdürelim. Biz o bölümün(4/11), 1136 no.lu beyitten sonra olması gerektiğini düşünüyoruz:
991 Hazrat-ı Şayh altı ay tamam
Kıldı sultan evin saray u makam
(Hazreti Şeyh tam altı ay Sultan Hanı’nda kalıp, burayı saray ve makam kıldı veya burada makam sırasını belirleyip müritlerine açıkladı)
992 Yitmiş iki vü altı yüz yitti
Hem bu yılda calal-ı din gitti
(Altı yüz yetmiş iki yılı(1273) sona erdiğinde din ulusu öbür dünyaya gitti.)
993 Oş bu tarihte surat-ı Paşam
İki yaşındadı ol oht [6] tamam
(İşte bu tarihte (Aşık) Paşa iki yaşında görünüyordu. O sözleşme tamam!.)
994 Ol ma’ni denizinun dürci
Ol vilayat vücudınun burci
(O mâ’na denizinin incisi ve velilik kalesinin burcu,)
995 Ol calal ol kemal ibn-i kemal
İlm-i anvar içinde bedr misal
(O yüce, o kâmil oğlu kâmil ve ışıklar ilmi içindeki dolunay örneği;)
996 Rahmetul’lah aleyhi mevla-na
Mahz-ı genc-i ravan-ıdı cana
(Tanrı rahmet eylesin efendimiz Şeyh Muhlis, tam bir hazine olarak yürüyüp Hakka kavuştu.)
Yukarıda söylediğimiz üzere Muhlis Paşa ile Sultan IV. Kılıcarslan Gevale Kalesi’nde buluşup konuşmuş ve Sultan bu buluşmanın yedici günü (1266 yılında) Sultan Hanı’nda öldürülmüştür. Muhlis Paşa’yı müritleri Sultan Hanı’na değil, bölgeden uzaklaşması için ailesinin bulunduğu Arapkir’e götürürler.
Bizce, Şeyh Osman’ı yerine ardıl yaptıktan sonra, vasiyetlerini ve artık daha görüşemiyeceklerini söyleyerek, kendilerine ve Rum ülkesine veda edip ayrılır, Sultan Hanı’na gider. Olasıdır ki, orada daha geniş bir toplantı yapıp vasiyetlerini bir de onlara tekrarlar. Şeyh Osman’ı mürşit bilip yol ve erkanlarını onun önderliğinde sürdürmeleri; henüz iki yaşında olan oğlu Aşık Ali Paşa akıl-baliğ olduğunda ona bağlanmalarını söyler. Belki de hastalandığı için son altı ayını orada geçirmek zorunda kalır. 672 (1273) yılı sona erdiğinde, Elvan Çelebi’nin betimlemesiyle; “o mana denizinin incisi, velilik vücudu-kalesinin burcu; o yüce ve kâmillerin kâmili (kâmil oğlu kâmil), aydınlık ilmi içinde dolunay örneği, Rahmetullahı aleyhi efendimiz” Muhlis Paşa Hakka revan oldu (yürüdü).
1145 Ol huzavand-ı din ü can u cihan
Şayh-ı alam hulasa-ı davran
(Dinin, ruh ve cihanın efendisi, alemin Şeyhi, zamanın özü;)
1146 Halıs u muhlis İbn Şayh İlyas
Ol humayun-hısal pak enfes
(temiz, samimi ve o kutsal, pak ve güzel hasletler sahibi o Şeyh İlyas Oğlu’nun)
1147 Ol vasaya ki bir bir kıldı
On yıl şöyle kim didi kaldı
(vasiyetleri on yılda bir bir yerine getirildi. Şöyle ki, bir dediği kaldı:)
1148 On birinci yilinde ol mahdum
Ol sütude-hısal pak rüsum
(On birinci yılda (getirilecek), o temiz, sağlam ve övgüye değer huylara sahip oğlu!)
1151 Pes buları ravana kıldı ravan
Rehbaran rehbaran-ı nik-davan
(Böylece doğru davanın rehberleri-yol göstericileri olan bunlaır yola revan kıldılar.)
1152 Dün ü gün dimedi bular gitti
Bir nice günde maksuda yitti
(Bunlar gece gündüz demeyip gittiler ve nice günler sonra hedefe ulaştılar.)
1153 İrdiler gördiler benim Paşa’m
Olmuş arasta çü bedr-i tamam
(Gördüler ki Paşa (babam), tam ayın ondördü gibi parlak, süslenmiş.)
1154 Gün gibi sözi yahtulu dayım
İzz ü ikbal ü devleti kayım
(Sözleri daima güneş gibi aydınlatıcı; gücü, iyi hali ve varlığı sağlam;)
1155 Nur ağızlu benizlü nur sözlü
Hak hulu Hak bakışlu Hak gözlü
(yüzü ve ağzı nur, ağzından çıkan sözü nur ve hak huylu, hak bakışlı, hak gözlü..)
1157 Sirr-i mektum keşfeyledügi
İlm-tavhid u urf söyledügi
(Gizli sırrı keşfetmiş ve söyledikleri ise Birlik İlmi ve gelenek görenekler.)
1158 Didiler bu ne sir durur bu ne nur
Didiler bü’l mafahır-ı Mansur
(“Bu ne sırdır, bu ne nurdur? Dediler; Hallac-ı Mansur(ö.920) övünçlü;)
1159 Ya’ni kim ilmi nur-ı Ahmad’dur
Devleti la-yazal sermeddür
(ilmi Muhmmet’in nuru, varlığı bitimsiz sürekliliktir.”)
1164 Sensin ol canlara hitap kılan
Akl u canı bilüp kitab kılan
(“Canlara hitabeden sensin, aklı ve canı bilerek kitap yapan sensin.)
1165 Gel bize gel ki mürşid-i cansın
Cana can gönle din ü imansın
(Gel bize, sen canların mürşidisin; cana can, gönül için din ve imansın.”)
1168 Eyittiler “iy sana gulam felek
Aslın arı vu paksın çü melek
(Dediler ki: “ey Felek kulu (dinle), hem aslın hem de sen melek gibi duru ve paksınnız!)
1169 Bize doğmuş ıdı sa’adat ayı”
Getürün didi on yili sayı
(Bize gelmiş idi seyyitler ayı (babanız Şeyh Muhlis)
1170 ‘On birinci yil olıcak varınuz
Ta Arabkir’e sirrumi görünüz
(‘On birinci yıl olunca, ta Arapkir’e varıp sırrımı (oğlumu) görünüz, demişti;)
1171 Yüzini göricek niyaz eylen
Bu nişanlar ki ben didum söylen’
(yüzünü görünce niyaz edin ve bu nişanları benim dediğimi söyleyin.’)
1172 Ol vasaya ki kıldıdı bize oş
Hamd u minnet Hak’a kim olduk tuş
(İşte bu vasiyeti etti bize, biz de Hakka şükür ettik ve minnet duyduk.)
1173 İmdi farman senun kerem kılgil
Bu makamdan kopup bize gelgil
(Şimdi karar senin; lütuf göster, bu makamı bırakıp bize gel.)
1174 Gel bize gel ki ma’dan u kânsın
Cana can gönle din ü imansın
(Bize gel, sen bir bilgelik ve değer kaynağısın. Ayrıca sen cana can, gönüle din ve
imansın.”)
1175 Sözlerini kabul kıldı Şayh
Kır’ı Gül-şahr kıldı geldi Şayh
(Bu sözleri kabul kıldı; geldi, Kır’ı Gülşehir yaptı Şeyh veya Gülşehir Kırı’na
(Kırşehire) geldi.)
Muhlis Paşa’nın Hakka yürümesinden 11 yıl sonra Şeyh Osman adamlarını Kırşehir’den Arapkir’e gönderir. Bunlar gece-gündüz demeden günlerce yol gittikten sonra, ‘bir nice günde ulaşır. 14 yaşına girmiş olan Aşık (Ali) Paşa’yı görür; “nur ağızlı, nur yüzlü, nur sözlü ve huyunu, gözünü Hak’tan almış Tanrısal bakışlı, güneş kadar parlak; gizli sırrı keşfeyleyen ve tevhid (birlik) ilmini söyleyen” Muhlis Paşa’nın gizli sırrı oğluna hayran kalırlar. Kendileriyle gelmesi için ona yalvarır. Babasının Şeyh Osman’a ettiği vasıyeti; yani “on yılı sayıp on birinci yılda ta Arabkir’e giderek beni temsil eden sırrımı (oğlumu) görün. Yüzüne niyaz edin, oradaki makamından alarak getirin. Benim bunları söylediğimi kendisine bildirin”demiş olduğunu Aşık Paşa’ya açıklarlar. Genç Aşık Paşa, buradaki makamını bırakarak, kuşkusuz ailesiyle birlikte Şeyh Osman’ın adamlarına takılarak Gülşehri’ne gelir. Babası Muhlis Paşa’nın ardıl bıraktığı Şeyh Osman’ın zaviyesine yerleşir ve Şeyh Osman önce mürebbiliğini üstlenip onu eğitir, yetiştirir. Olasıyla uygun bir yaşa gelince, Muhlis Paşa’nın kerametiyle sahip olduğu kızıyla evlendirir.
Şimdi Elvan Çelebi’nin bu beyitlerinde kullandığı bazı terimler, kavram ve yer adları üzerinde sorular sorarak açıklama ve yorumlara geçelim. Önce, acaba 1169 ve 1170 numaralı beyitler tenâsüh inancı kapsamında yorumlanabilir mi? Ahmet Yaşar Ocak’ın bu dizeleri değerlendirmesi şöyle:
“Bu mısralarda anlatılmak istenen, Muhlis Paşa’nın vefat ettikten on yıl sonra Arapkir’de dünyaya geleceğidir ki, on yıl sonra burada Aşık Paşa doğmuştur.” [7]
Bu yorum doğru değil, çünkü Muhlis Paşa, ölmeden önce Sultan Hanı’nda müritleriyle yaptığı toplantıda oğlu Aşık Paşa’nın iki yaşında olduğunu söylemektedir. Demek ki, Aşık Paşa babasının ölümünden on yıl sonra doğmamıştır. Ahmet Yaşar Hoca, daha dikkatli olmalı ve kitabın son baskısında bunu düzeltmeliydi.
Ayrıca Elvan Çelebi’nin 1152 no.lu beyitte “gece gündüz ve günlerce gittikten sonra ulaşabildiklerini” belirttiği ve 1170 nolu beyitte ise “ta!” ünlemini kullanarak Arapkir’in çok uzakta olduğunu anlatmış olması dikkate alınmamış. Menakıbul’l- Kudsiyye’yi yayına hazırlayanlar (İsmail E. Erünsal- Ahmet Yaşar Ocak),
“ Bu Arapkir, şimdiki Gülşehri’nin eski adı Arapsun’la ilgili olup, Kırşehir bölgesinde faaliyet gösteren Muhlis Paşa ailesinin eserde Malatya’nın kazası Arapkir’le uzak yakın bir alâkasından sözedilemez”diye kestirip atmışlardır.
Oysa aynı sayfada, Taşköprülüzade ve Lâtifi gibi yazarların, onun dışarıdan gelerek Kırşehir’yerleştiği, hatta Latifi’nin Acem (İran) sınırına yakın bir yerden geldiğini ileri sürdükleri alıntısı verilmekte. “Bunun doğru olmadığı meydandadır” diyerek, yeni bir keşif yapmış olma edasıyla, ilgisizce Arapkir’i Arapsun’la ilişkilendirmişlerdir.[8]
Elvan Çelebi, babası Aşık Paşa’nın 670 (1270-71) yılında doğduğu ve 14 yaşına kadar yaşadığı yer Arapsun ise neden Arapkir yazıyor ve bu yerin uzaklığını yukarıda örneklediğimiz (1152 v3 1170 no.lu beyitler) belirtici sözcükler ve ifadeleri kullanıyor? Arapkir’le Arapsun’un hiçbir ilintisi yoktur; yorumcu yazarların yaptığı bilinçsizce bir zorlamadır. Doğru olan; eserde adı geçen Arabkir, Malatya’nın ilçesi Arapkir’dir. Öyleyse, Elvan Çelebi’nin 1117 no.lu beyitinde, dedesi Muhlis Paşa’nın “Tanrının adil tanıklığıyla tekkem” dediği ve 1173 no.lu beyitte geçen Aşık Paşa’nın makam tuttuğu zaviye neresidir? Bizce bu sorunun yanıtı; o dönemde çok iyi bilinen ve tanınan Şeyh Hasan Onar’ın 1220’lerde kurmuş olduğu ONAR ZAVİYESİ’dir.[9]
1224 yılında resmi bir ‘Vakıfname’ ile sınırları belirlenmiş bir yerleşim alanı üzerine kurulmuş Onar Zaviyesi’nin o tarihlerde olasılıkla başında Şeyh Hasan’ın oğlu Şeyh Bahşiş bulunmaktaydı. Anadolu’ya ilk gelişi 1205 yılı olan bir Alamut dai’si olduğunu düşündüğümüz Şeyh Hasan Onar ikinci kez 1220’li yıllarda oymağıyla birlikte gelip, Arapkir’in 10 km. doğusunu mekân tutarak, kurduğu zaviyeye kendisinin taşıdığı (olasıyla) dedesi Emir Onar’ın adını vermiştir ki; bugün hâlâ aynı adı taşıyan Onar köyünde zaviye kurumunun bir parçası olan (Büyük Ocak) Cemevi, Türkiye’de bilinen en eski cemevi olarak yaşmaktadır. Dede Garkın’ın çağdaşı ve büyük olasılıkla 400 halifesi arasında bulunan Şeyh Hasan Onar da diğerleri gibi Baba İlyas’a bağlanmıştır. Dahası, Elvan Çelebi, Baba İlyas’ın “halifa-ı server”leri olarak gösterdiği Yusuf, Egürden, Mir Hac, Oban ve Düden isimlerinin başındaki Hasan’ın, Şeyh Hasan Onar olduğunu düşünüyoruz:
382 Hasan u Yusuf u Egurdençe
Mir Hac u Oban u Dudençe
(Hasan, Yusuf ve Egurden, Mir Hac, Oban ve Düden gibi,)
383 Dakı bunca halıfa-ı server
Kim dururdı vü irişür bu habar
(dahi bunca baş halifeler dururdu ve bu haber erişti...)
Hiç kuşkusuz ileri yaştaki Şeyh Hasan Onar, büyük Babai Başkaldırısı’na destek vermiş; oğlu Şeyh Bahşiş’in önderliğinde erleri Baba İshak’ın Amasya’ya yürüyüşüne katmıştır. Bu yakın ilişkiler ve Arapkir çevresinde o dönemde en önemli ve tanınmış Onar Zaviyesi, Baba Resul adıyla kutsanmış Şeyh İlyas’ın oğlu Muhlis Paşa ve ailesini konuk etmiş ve yıllarca içinde barındırmış, korumuştur. Bununla da kalmamış bağlı bulundukları, talibi oldukları Baba Resul’un oğlu Muhlis Paşa ve içinde doğup büyüyen torunu Aşık (Ali) Paşa’yı zaviyenin başına geçirmiş, mürşit makamına oturtmuşlardır. Yukarıda açıkladığımız, Elvan Çelebinin beyitlerinde Muhlis Paşa’nın “tekkem” dediği ve babasının vasiyeti üzerine Şeyh Osman’ın adamlarıyla genç Aşık Paşa’nın “kopup” gittiği “makamı” Onar Zaviye’sidir. Çok büyük olasılıkla, bu zaviyede mürşit postuna oturtulmuş olan Baba İlyas’ın oğlu Muhlis Paşa ve daha sonra onun yerine geçen torunu Aşık Paşa’ya Onar Zaviyesinin dervişleri-bağlılıarı onlara, ayaklanan Babai-batıni Türkmen toplumunun atalarına verdiği Baba Resullah(Tanrının Elçisi) adına atfen Baba Resul demekteydiler. Bu gün bile Onar köyünde, Dede’leri ve çocuklarını (bir Dede oğlu olarak sıkça duyduğumuz) “Baba Resul” diye çağırmayı sürdürüyorlarsa, geçmişten gelen böyle bir geleneksel söylemin toplumsal belleğe kazınmış bir kutsal anısı görmek gerekmez mi?
Onar, 08 - 10 - 2017
KAYNAKÇA :
AŞIK PAŞA-YI VELİ, Garibnâme, Türkçe yazıya çeviren: Doç.Dr. Bedri Noyan(Dedebaba), Ardıç Yayınları, Ankara, 1998
ELVAN ÇELEBİ, Hazırlayanlar: İsmail E. Erünsal, Ahmet Yaşar Ocak, Menâkıbu’l-Kudsiyye fî Menâsıbi’l-Ünsiyye, Ed.Fak Yayınları, İstanbul, 1984
KAYGUSUZ, İsmail, “Dünya Mülkü Halkındır “Dedi Baba Resul (Tiyatro oyunu), Alev Yayınları, İstanbul-2000
KAYGUSUZ, İsmail, Bir Doğu Anadolu Köyünün Kültürel Geçmişine Bakış; Adı Bilinmeyen Bir Türk Kolonizatörü Şeyh Hasan Oner ve Onar Dede Mezarlığı, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul, 1983
KAYGUSUZ, İsmail, Hasan Sabbah ve Alamut (Öğretisi, tarihi, felsefesi), 4. Baskı, Su Yayınları, İstanbul 2011
OCAK, Ahmet Yaşar Alevi ve Bektaşi İnançlarının İslâm Öncesi Temelleri, İletişim Yayınları 3.Baskı, İstanbul-2002, s.185-186
OSMAN, Turan Prof. Dr., Selçuklular Zamanında Türkiye Tarihi, İstanbul, 1984
TULUM, Mertol Prof. Dr., Tarihî Metinler Çalışmalarında Usul, Menakıbu’l Kudsiyye Üzerinde Bir Deneme” Deniz Kitabevi, İstanbul, 2000
www.ismailkaygusuz.com/makaleler/söyleşi/tiyatro :
İsmail Kaygusuz, “Şeyh Hasan Onar ve Onar Köyünün Kısa Tarihçesi”
İsmail Kaygusuz, “Şeyh Hasan Onar’ın bazı Kerametleri, Onların İçinde Saklı Önemli Tarihsel Bilgiler ve Olaylar”
İsmail Kaygusuz, “Onar Köyünün Kurucusu Şeyh Hasan Onar Kimdir?”
İsmail Kaygusuz, “Şeyh Hasan Onar ve Sekiz Asırlık Büyük Ocak Cemevi Üzerinde Söyleşi” (Sorular: Gülnur Kayaoğlu )
İsmail Kaygusuz, Bir Anadolu Evliyası Sultan Onar (Tiyatro oyunu)
[1] BabaiAyaklanması’nın tarihsel, sosyal-inançsal ve siyasal değerlendirilmesi, başlangıcı, gelişim süreci sonuçları hakında geniş bilgi için bkz. İsmail Kaygusuz, “Dünya Mülkü Halkındır “ dedi Ba evinba Resul, Alev Yayınları, İstanbul-2000
[2] Kur’an, 48.Feth Suresi, Ayet 1: “Biz sana apaçık zaferi müjdeledik...”
[3] Bkz.Aşık Paşa-yı Veli, Garibnâme, Türkçe yezıya çeviren: Doç.Dr. Bedri Noyan(Dedebaba), Ardıç Yayınları, Ankara, 1998, s.368
[4] Cedde-i abide, “ibadet düşkünü nine” anlamındadır. Başlangıçta sanki oğlu adına Şeyh Muhlis’ten keramet isteyen büyük anne olduğu görülmesine rağmen, izleyen beyitlerde çelişkili biçimde özne Şeyh Osman’a dönüşüyor. Acaba arada eksik beyitler mi vardı?
[5] Çocuğu olmayan ebeveynlerin velilerin dualadıkları elmayı yiyerek çocuk sahibi olmaları keramet motifi çok yaygındır. Hâlâ Alevi toplumu arasında saygın Dede’lerin elinden elma alarak bu umutla yiyen çocuksuz kadınlar bulunmaktadır.
[6] Arapça uht sözcüğü “kızkardeş” anlamındadır. Eğer oht, ahd ve uhde (yemin, söz verme, sözleşme, üstlenme)
yerine kullanılmadı ise Aşık Paşa’nın tam kendi yaşında (ikiz?) kızkardeşinin varolduğu anlaşılıyor..
[7] Ahmet Yaşar Ocak, Alevi ve Bektaşi İnançlarının İslâm Öncesi Temelleri, İletişim Yayınları 3.Baskı, İstanbul-2002, s.185-186
[8] Elvan Çelebi, Hazırlayanlar: İsmail E. Erünsal, Ahemt Yaşar Ocak, Mekânkıbu’l-Kudsiyye fî Menâsıbi’l-Ünsiyye, Ed.Fak Yayınları, İstanbul-1984, s.LXV-LVI, Dipnt.87
[9] Şeyh Hasan Onar ve Onar Zaviyesi hakkında geniş bilgi için bkz. www.ismailkaygusuz.com ‘da İsmail Kaygusuz’un konuyla ilgili yazıları.
“El Tayyip Camisi” Projesinin Düşündürdükleri
İsmail Kaygusuz
Tayyip Erdoğan Hükümetinin toplumsal sorunları, somut olarak Kürtlere rağmen(!) Kürt sorununu, Alevilere rağmen(!) Alevi sorununu çözmek için başlarda kullandığı açılım, çalıştay benzeri kavramlar çerçevesinde aldığı kararların, göstermelik çabaların birer kandırmaca olduğu tam anlamıyla ortaya çıktı:
ONAR KÖYÜNE GÖNDERİLMİŞ 6 PADİŞAH FERMANI İÇERİSİNDE ANLATILANLAR
İsmail Kaygusuz
Şu anda elimizde sağlam kalmış, okunabilen altı Padişah Fermanı bulunmaktadır. Önce
Fermanların sırasıyla tarihi ve hangi padişaha ait olduklarını görelim:
1.Ferman: 1592 (III. Murat, 1574-1595),
2.Ferman: 1642 (İbrahim bin Ahmed, 1640 -1648),
3.Ferman: 1693 (II. Ahmet 1691-1695),
4.Ferman: 1694 (II. Ahmet 1691-1695),
5.Ferman:1722 (III. Ahmed 1703-1730),
6.Ferman: 1770 (III. Mustafa, 1757/1774)
Padişah fermanlarının hiyerarşik olarak muhatabı köyün bağlı bulunduğu Arabkir kadısıdır. Sadece 5.fermanda Arapkir kadısıyla birlikte Çemişgezek kadısına da hitap edilmekte. Fermanlarda karye-yi Oner, veya Oner’le birlikte mezra-yı Şeyh Çayırı’dan adları verilen kişilerin vakıf arazisi üzerindeki kullanım hakları veya vergilerle ilgili baskı, arazi işgali ve haksızlıklara ilişkin Dersaadet’e yapmış oldukları şikâyetleri içeren verilen yanıtlar niteliğindedir. Padişah’tan gelen buyruklar, dönem kadısının davaya el koyup şikâyetçi kişilerin lehine verilen hükmün derhal uygulanması yönündedir. Fermanların dikkat çeken bir özelliği, altında geldiği devlet başkentinin adının Konstantiniye veya Mahrusa-yi (büyük şehir) Konstantiniye olarak yazılmasıdır. Taşra Osmanlı bürokrasisi bu uygulamayı herzaman gerçekleştirmiş midir, bilemiyoruz. Bazı fermanlar da vakıf arazisinin mütevellisi kullanıcılarının almış oldukları berat-ı hakani, yani tuğralı Sultanlık beratlarının her yıl ya da yeni tahta çıkan her padişahın yenilenmesi biçimindedir ki II. Ahmet’in fermanı bu özelliği taşıyor. Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat zamanında 1224 yılıda Şeyh Hasan Oner’e zaviye vakfı olarak verilmiş olan arazinin sınırlarının genişletilmiş olduğu da anlaşılıyor. Selçuklu vakıfnamesinde bulunmayan semtlerden bugün Çayır dediğimiz semtte Zaviye vakıf arazisi içinde ne zaman kurulduğunu bilmediğimiz Şeyh Çayırı Mezrası vardır. Fermanların kapsadığı yaklaşık iki yüzyıllık zaman dilimini düşünürsek; dört fermanın başında “mezra-yı Şeyh Çayırı ma On-er, yani Oner’le beraber Şeyh Çayırı Mezrası” geçmesinden, mezranın 16.yüzyıldan çok önce kurulduğu anlaşılmaktadır.
Osmanlılar’ın Selçuklu kurumlarını, özellikle zaviye vakıflarını aynen yaşattıklarını biliyoruz. Vakıfname’de belirtilen “Beyân olunan mülklerin cümlesini Şeyh Hasan Oner içün hak kıldı ve mülk kıldı ve elinde kıldı ve tasarrufu altında kıldı ve bu vakfın cemi’-i yerleri ONER dedikleri köyde vâkidir... Ve meşhûr zaviye ev [ kafına kayd? ] olunmuştur . ’’ ONER Z AVİYESİ’’ dimekle meşhurdur.Ve bu tevliyeti ve görüp gözetmesini ve emr-i vakfı tahsil etmesini kıldım. Şeyh Hasan Oner içün ve evlât ve evlâd-ı evlâdı içün kıldım ve bu vakf-ı mezbûrun şartı tağyir olunmaz ve aslı tebdil olunmaz” şer’i hükümlerine Osmanlı padişahları aynen uymuş. Zaman zaman bazı değişikliklere rağmen, genelde zaviye vakıf arazisinde yaşayanlar vergiden muaftı ve tımar ve zeamet arazisinde olduğu gibi asker yetiştirmesi de söz konusu değildi. Ancak bir sefer sırasında o bölgeden geçtiğinde vakfın bütün geliri ordunun ermine verilmesi zorunluğu vardı. Nitekim Oner Zaviye vakfı’nın verildiği tarihten henüz 3 yıl sonra böyle bir olayın varolduğu söylencelerle günümüze değin gelmiştir. Şimdi Fermanların kısaca içeriğinden sözederek bunların ne anlama geldiğini göstermeye ve Onar köyünün 16.17.ve 18.yüzyıllardaki konumuna ait edindiğimiz bilgileri sunmaya çalışacağım.
a.1592 tarihli III. Murat fermanında; Oner mezrasından Şeyh Ahmet, Şeyh Ali ve Şeyh Mehemmed Padişah’a dilekçe yazıp, her yıl yüz akçe vererek ziraat ve çiftçilik yaptıklarına dair ellerinde çok sayıda saltanat evrakı ve emri şerif (Padişah buyruğu) bulunuduğunu, buna rağmen silahtar Kurk adında bir kimsenin burasını kendi timar arazisinin parçası sayarak ellerinden almak istediğini belirtir. Padişah, olayın araştırılıp, eğer öyleyse buna engel olunmasını buyurur.
Fermanın metninden anlaşılıyor ki, Onar köyü sakinleri 16.yüzyılda zaviye vakıf arazisi dışında devlet arazisini de kiralayarak işlemektedir.
- 1642 tarihli Sultan İbrahim fermanında; Oner kariyesinde/köyünde Mustafa oğlu Seyit Osman Padişah’a yazdığı arzuhalde, bir vakıf mezrasında oturduğu ve elindeki seyyidlik şeceresi ve hüccet-i şeriyelerden sözedip, yeni vergi defterinde adı olmadığı ve elindeki bu belgelere rağmen, mültezimlerin kendisinden avarız ve diğer (ayni) vergiler talep ettiklerinden şikâyetçi olmuş. Verilen yanıtta bunun araştırıldığını ve devlet hazinesinde saklanan mevkufat defterinde, yani vakıf kayıtları defterinde, adı geçen köyde sadece altı nefer buçuk avarızhanesi olduğu, yani altı vergi(birlikleri) mükellefi evli erkeğin ve bir de buçuk sayılan kadının (belki kocası ölmüş dul?) yaşadığı yedi evden vergi alındığı görülmüş. Seyid Osman bin Mustafa’nın adına rastlanmadığı belirtilerek rahatsız edilmemesi buyurulur. Bu fermandan anlaşılıyor ki, Zaviye vakfı arazisini kullananlar vergi vermemektedir. Bunların dışında miri araziyi işleyen yedi hane bulunmaktadır köyde. Acaba bunlar vakıf arazisi yetmediği için devlet arazisi kiralamış seyyid soylu Şeyh Hasan evlatları mıdır yoksa dışarıdan getirilip yerleştirilmiş aileler midir? Bunu bilemimiyoruz. Ayrıca bu ferman bize Şeyh Hasan Onar Ocağına mensup dedelerin ellerinde Ehlibeyt soyundan geldiklerini gösteren seyyidlik şeceresi ve onu onaylayan Osmanlı yönetiminin (şer’î) belgeleri bulunmaktaydı.
c.1693 ve 1694 tarihli Sultan II.Ahmet fermanları da, “Arabkir kazasında mezra-yı Şeyh Çayırı ma Oner dimekle maruf vakfı mezra’ya senevi üçyüz akçe vererek” arazisinin Padişah’ın mührüyle kullanım hakkını önceden almış olan Mehmed Hasan, Osman ve Mahmud adlı kimseler Sultan II.Ahmet’in tahta çıkışının 3.ve 4.yıllarında aynı bedelle kullanma hakkı belgesini onaylandığı ve beratlarını aldıklarına dairdir. Herhangibir kimse tarafından rahatsızlık verilmemesi buyurulmaktadır. Öyle sanıyoruz ki, bir önceki fermanda olduğu gibi bu hakkı almış olanlar, Şeyh Hasan Onar evlatlarının kendi aralarında seçtikleri, Zaviye vakfını yönetebilecek mütevelli dediğimiz yetkin kişilerdi. Onları temsilci olarak başkente gönderip resmiyeti sağlıyorlardı. Yoksa bu ocağa mensup aileler ve kendilerine bağlı talipler-dervişler vakfın toprağını ortaklaşa işliyor, çiftini sürüyor ziraatını yaparak üretip üleşiyordu. Zaten zaviye inanç ve tarikat kurumu olarak aş ve işhaneleri ve toplu ibadet ettikleri cemhaneleri olan bir yapılar kompleksidir. 16.yüzyılın ortalarında Osmanlı imparatorluğunda 1100 zaviye vakfı bulunduğunu tarihçi Halil İnancık yazmaktadır. Bunların büyük çoğunluğu gayri-Sünni, bâtıni inançlı yani Alevi-Bektaşi zaviyeleridir ki, elimizdeki vakıfnamesi ve fiziki varlığıyla yaşayan Cemhane’siyle/ Cemevi’yle, bunların en eskilerinden biri olarak Onar zaviyesi karşımıza çıkmaktadır.
- 1722 tarihli Sultan III.Ahmet’in Arabkir ve Çemişgezek kadılarına hitaben yazdığı bu fermanda Şeyh Çayırı evladından Halil ve İsmail adları geçmektedir ki, büyük olasılıkla ferman metnini hazırlayan kâtip arzuhaldeki Şeyh Hasan’ı yanlış okumuş (cim ve khı harflerinin benzerliğindendolayı). Bu kişilerin şikâyetleri şöyle belirtiliyor:
“Halil ve İsmail nam kimesneler dersaadetime (başkentime) arzuhal idüb Arabkir kazasında vaki (bulunan) Şeyh Çayırı ma’ On-er mezrası dimekle maruf (bilinen) mutasarrıf oldukları (kullandıkları) malume’l-hudud (sınırları bilinen) yerlerinde defterde maktu’ kayd (bedeli kayıt) olmağla öşr-i meadin maktuları (maden vergisi bedellerini) sahib-i arazi olan Arabkir ve Çemişgezek eminlerine virdükleri (halde) … mezburlar (yani sultan temsilcisi maliye görevlisi sözü edilen Eminler) kanaat itmeyüb hilaf-ı kanun (kanuna aykırı hareket) ve defter-i ziyade taleb ve dört beş seneden berü beşer altışar bin akçeleri olub ziyade gadr ve teaddi (fazlasıyla zulüm ve zorbalık) eyledükleri bildirüb”dür. Padişah kadılardan, defterleri inceleyerek bu tür zorbalıklara engel olunmasını buyurmaktadır.
Görüldüğü gibi 18.yyın ilk çeyreğine ait olan bu fermanda artık zaviye vakıf arazisinden sözedilmiyor. Çünkü araziye devlet el koymuş kullananlar da artık vergi mükellefidirler. El konulan arazi, Padişah tarafından Arabkir ve Çemişgezek’te oturan iki kişi Emin tayin edilerek onları sahib-i arazi yapmıştır. Kısacası her yıl Dersaadete ödeyeceği belli bir bedel karşılığında verilmiştir.
- 1770 tarihli baş kısmı tamamıyla yırtık Sultan III. Mustafa mühürlü ferman da ödenecek vergilerle ilgili. Arzuhali götüren köy sakinlerinin adlarını yırtık olan baş kısımda bulunduğundan bilemiyoruz. “aşair-i şeriye (şeri vergiler) ve avarız-ı seferiye (savaş zamanında alınan vergiler) vesair emr-i şerif ile vaki tekalifinden (vergilerinden) tahammüllerine göre hisselerine düşeni eda eylemeleri”ni ve köy zabitinin, daha fazla isteyerek, meşakkat çıkarmamaları, rencide etmemeleri buyrulmakta...
ALTI PADİŞAH FERMANININ Dr. VURAL GENÇ TARAFINDAN DÜZENLENEN TAM TÜRKÇE ÇEVİRİYAZILARI
1 No.lu Ferman
Kıdvetü’l-kuzzat ve’l-hükkam (hâkimler ve kadılar kadısı) maden-i fazl ve’l-kelam (fazilet ve söz madeni) Mevlana Arabkir kadısı zide fazlu-hu (Allah onun faziletini artırsın) bu tevki-i refi-i hümayun (bu kutlu ve yüce ferman) vasıl olucak malum ola ki haliya (şimdi) dergah-ı muallama (yüce dergahıma) arz gönderüb mezra-i On-er Şeyh Ahmed ve Şeyh Ali ve Şeyh Mehemmed gelüb biz kimesneye yazılur Abdullah oğlu olmayub her sene miriye (devlet arazisi) ber-vech-i maktu (kullanım alanından düşmüş) durur yüz akçe virüb ziraat ve hiraset (çiftçilik) ittügümüz hasıldan şimdiye degin maktu’umuzdan ziyade nesne taleb olunmayub ve bu babda ellerimizde müteaddid suret-i hakani (saltanat evrakı) ve emr-i şerif dahi olub üslub-ı mezbur üzere (eski usule göre) mutasarrıf iken hala dergah-ı ali silahdarlarından Kurk nam kimesne (Kurk adlı kimse) tımarı kabul ittügü istima (duymak) olunmağın elimizde olan suret-i defter-i hakani ve evamir-i şerif mucibince (şerefli emirler gereğince) amel olunub kimesne dahl u taarruz eylememek babında inayet-i rica eyledükleri i’lam (bildirme) eylemeğin husus-ı mezbur sene elf-i şabanu’l-muazzamın (1000 yılının şaban ayı) yirmi birinci güni arz olundukta üslub-ı sabık üzere (eski üslub) ve defter-i cedid-i hakani mucibince amel olunub bunlar ki vech-i meşruhum (açıkladığım gibi) üzere tasarruflarından olan yerlerine dahl ü tecavüz olunmaya deyü emr idüb buyurdum ki hükm-i şerifim vardukta bu babda olan emrim mucibince amel idüb göresüz kaziye-yi ilam (bildirilen mesele) olduğu gibi ide üslub-ı sabık üzere ve defter-i cedid-i hakani mucibince amel eyleyüb bunlar ki vech-i meşruhum üzere (açıkladığım gibi) tasarruflarında olan yerlerine aherden (ötekilerden) kimesne hilaf-ı defter ve dahl ü tecavüz ittirmeyüb husus-ı mezbur içün tekrar kapuma gelmelük eylemiyesüz şöyle bilesüz ve ba’de’l-nazar (göz attıktan sonra) bu hükm-i hümayun-ı mezkur ki (bahsi geçen bu kutlu ferman) ellerinde ifa idüb alamet-i şerife itimad kılasuz.
Tahriren fi yevmu hamse ve ışrin es-sene şabanu’l-muazzam elf 1000/1592 (III.Murat, 1574/1595) Mahrusa-yı Kostantiniyye
2 No’lu Ferman
Kaza-yı mezburda (adı geçen kazada ) vaki (bulunan) On-er nam karye (On-er adındaki köy) sakinlerinden Seyyid Osman bin Mustafa nam kimesne (adlı kimse ) han-ı dersaadet (padişah) arzuhalinde vakfe-i mezrada sakin olub seyyidandan olduğu elimde şecere ve hüccet-i şeriyyeler (şeri şecere) olmağla muharrer (yazılmış) cedid murasa-i damğalık avarızhanesine (yeni avarız vergisi) kayd u tahrir olmamış iken elimde olan hüccet-i şeriyyeye muhalif bazı tekalif (teklifler) talebi ile rencide ve remide (incitici davranma) iderler deyü bildürüb menni babında emr-i şerifim rica eyledüğü ecelden hazine-i amireden mahfuz olan (korunmuş) mevkufat defterine (vakf kayıtları defteri) nazar olundukta muharrer karye-yi mezburda (adı geçen köyde) altı nefer buçuk avarızhanesi olmak üzere kayd u tahrir idüb lakin mezbur (adı geçen) Osman bin Mustafa zikrolunan haneye dahil olmağın rencide olmamak emrim olmuştur buyurdum ki hükm vardukta ol babda sadır olan (çıkan) emrim üzerine amel idüp dahi göresüz mezbur (adı geçen zat) hinn-i tahrirde (yazılma esnasında) karye-yi mezbure (adı geçen köy) avarızhanesine kayd u tahrir olunmuş degil iken han elinde olan hüccet-i şeriyyeye muhalif ve tahrir-i cedide (yeni yazılmış emirlere) mugayyir (aykırı) avarız ve sair tekalif (vergiler) ile rencide ve reside eyledikleri vaki ise men ve def idüb mezbur(adı geçenin) elinde olan şecere ve hüccet-i şeriyyeye muhalif ve tahrir-i cedide mugayyir rencide ve reside ittirmeyüb husus-ı mezbur içün şikayet olunmaluk eylemiyesüz ve şöyle bilesüz ve bade’l-nazar (baktıktan sonra) hükm-i hümayunum (kutlu emrim) mezbur ki ellerinde ifa idüb alamet-i şerife itmad kılasız.
Tahriren fi yevmu sitte ve ışrin şehri rebiü’l-evvel es-sene hamse ve hamsin ve elf Kostantiniyye 1055-1642 (İbrahim bin Ahmed, 9 Şubat 1640 : 8 Ağustos 1648)
3 No’lu Ferman
Arabkir kazasında vaki (bulunan) mezra-yı Şeyh Çayırı ma On-er dimekle maruf (bilinen) vakf-ı mezraya senevi üç yüz akçe ile ber-vech-i iştiraka (kullanmaya katılma hakkına) mutasarrıf olan iş bu rafi-i tevki-i refiü’l-şan-ı şehriyari (yüce şanlı padişahın yüce mührüyle) Mehmed Hasan ve Osman ve Mahmud nam kimesneler (adlı kimseler) bi’l-fiil berat-ı şerifle (şerefli beratımla)mutasarrıf olub lakin şecere-i ali şecere-i osmani mülkde cülus-ı humayun-ı saadet-makrunum (ülkedeki saadet sonlu tahta çıkmışlığım) vaki olmağla (gerçekleşmeyle) dersaadette (başkentte) müceddeden (yeniden) berat-ı şerifim virilmek babında yedlerinde (ellerinde) olan berat-ı atika (eski buyruk) mucebince (gereğince) üzerlerinde yarlık ism-i mütevellisini yeddine (eline) teslim olmak üzere sadaka idüb (tasdik edip) bu berat-ı hümayunu (kutlu beratı) virdüm ve buyurdum ki varub mezburlar (adı geçen kimseler) bade’l-yevm (bugünden sonra) ber-vech-i iştiraka (kullanmaya katılmaya) zikrolunan vakfe-i mezraya ke-ma-kane (gereği gibi) üslub-ı sabıka üzere (önceki üslupta) mutasarrıflar olub vakfın ruhı ve benüm devam-ı ömr-i humayunum (kutlu olan hayatımın devamı) içün duaya müdavemet göstere (devam ede) ol babda (o konuda) dergahımdan bir ferd mani ve müzahim (engel ve zahmet etmeyip) olmayub asla dahl u taarruz kılmıyalar şöyle bilüb alamet-i şerife itimat kılalar.
Tahriren fi evailu şehri şehru cumade’l-uhra es-sene seba’ ve mie ve elf
Kostantiniye 1107-1693, (II. Ahmet: 22 Haziran 1691 6 Şubat 1695)
4 No’lu Ferman
Arabkir kazasında vaki (bulunan) mezra-yı Şeyh Çayırı ma On-er dimekle maruf (bilinen) vakf-ı mezraya senevi üç yüz akçe ile ber-vech-i iştiraka (kullanmaya katılma hakkına) mutasarrıf olan iş bu rafi-i tevki-i refiü’l-şan-ı şehriyari (yüce şanlı padişahın yüce mührüyle) Mehmed Hasan ve Osman ve Mahmud nam kimesneler (adlı kimseler) bi’l-fiil berat-ı şerifle mutasarrıf olub (şerefli beratımla) mülkde cülus-ı humayun-ı saadet-makrunum (ülkedeki saadet sonlu tahta çıkmışlığım) vaki olmağla (gerçekleşmeyle) dersaadette (başkentte) müceddeden (yeniden) berat-ı şerifim virilmek babında yedlerinde (ellerinde) olan beratları mucebince (gereğince) üzerlerinde ise sadaka idüb (tasdik edip) bu berat-ı sâdât-ayatı (seyyidliğin delili berat) virdüm ve buyurdum ki varub mezburlar (adı geçen kimseler) ke-ma-kane (gereği gibi) ber-vech-i iştiraka (kullanmaya katılmaya) zikrolunan vakfe-i mezraya üslub-ı sabıka üzere (önceki üslupta) mutasarrıflar olub vakfın ruhı ve benüm devam-ı ömr-i humayun-efzunum (kutlu olan hayatımın devamı) içün duaya müdavemet göstere (devam ede) ol babda (o konuda) bi ferd mani ve müzahim (engel ve zahmet etmeyip) dahl u taarruz kılmıyalar şöyle bilüb alamet-i şerife itimat kılalar.
Tahriren fi’l-yevmu’l-sadide ve aşere şehru cumade’l-uhra es-sene seman ve mie ve elf
Kostantiniye 1108-1694 (II. Ahmet: 22 Haziran 1691 : 6 Şubat 1695)
5 No’lu Ferman
Kıdvetü’l-kuzzat ve’l-hükkam (hakimler ve kadılar kadısı) maden-i fazl ve’l-kelam (fazilet ve söz madeni) Arabkir ve Çemişgezek kadıları zide fazlu-huma (Allah o ikisinin faziletini artırsın) bu tevki-i refi-i hümayun (bu kutlu ve yüce ferman) vasıl olucak malum ola ki Şeyh Çayırı evladından? Halil ve İsmail nam kimesneler dersaadetime (başkentime) arzuhal idüb Arabkir kazasında vaki (bulunan) Şeyh Çayırı ma’ On-er mezrası dimekle maruf (bilinen) mutasarrıf oldukları malume’l-hudud (sınırları bilinen) yerlerinde defterde maktu’ kayd (silinmiş kayıt) olmağla öşr-i meadin maktuları (maden vergileri ) sahib-i arazi olan Arabkir ve Çemişgezek eminlerine virüb ……(bu kısım eksik) mezburlar (adı geçenler) kanaat itmeyüb hilaf-ı kanun (kanuna aykırı hareket) ve defter-i ziyade taleb ve dört beş seneden berü beşer altışar bin akçeleri olub ziyade gadr ve teaddi (fazlasıyla zulüm ve zorbalık) eyledükleri bildürüb hilaf-ı defter-i hakani (saltanat defterine aykırı hareket) ve mugayir-i karih-i teaddileri (aykırı olan zorbalıkları) men olunmak babında emrim olmuştur buyurdum ki vusul buldukta bu babda sadır olan (çıkan-yayınlanan) emrim üzerine amel dahi husus-ı mezbur (bahsi geçen husus) temam-ı müteayyir ve dergah-ı muallamdan )yüce dergahımdan) ihrac olunmuş mühürlü sahih suret defter-i cedid-i hakani (yeni saltanat defteri) taleb idüb göresüz zikrolunana arazi defterde maktu (değeri biçili) kaydolunmuş ise sahib eyledükleri terekelerinden öşr-i meadin maktuları virdüklerinden (maden vergileri) sonra mezbureden (bahsi geçenlerden) ziyade talebiyle (fazlasını isteyerek) bunları teaddi ve rencide (incitme) ittirmeyüb men ve def eyliyesüz min ba’d (bundan sonra) kanun ve deftere ve kadime ve emr-i hümayunuma (kutlu emrime) mugayir (aykırı) iş ettirmeyüb husus-ı mezbur (bahsi geçen husus) içün bir dahi emrim varmakluk eylemiyesüz ve şöyle bilüb alamet-i şerife itimad kılasız.
Tahriren fi evahir-i cumade’l-ula es-sene erba’a ve selasin ve mi’e ve elf 1134-1722(III. Ahmed: 22 Ağustos 1703-1730)
Mahrusa-yı Kostantiniyye
6 No’lu Ferman
(baş tarafıyırtılmış)... eyledüklerine İstambul nükebasından (nakibler) yedlerinde (ellerinde) maculeye hüccet ve temessükleri (kulanma hakkını gösteren belge) var ise aşair-i şeriye (şeri vergiler) ve avarız-ı seferiye (savaş zamanında alınan vergiler) vesair emr-i şerif ile vaki tekalifinden (vergilerinden) tahammüllerine göre hisselerine düşeni eda eylediklerinden ( ödediklerinden) sonra karye-yi mezbure (adı geçen köy) zabitine hilaf-ı kanun (kanuna aykırı hareket) …….(bu kısım eksik) ve ehl-i örf taliası taraflarından bi-la emr-i emr-i şerif (yüce emir olmaksızın) tekalif-i meşakk (meşakkatli olan vergiler) talebi ile bunları teaddi ve rencide (baskı ve zulüm) ittirmeyüb min ba’d (bundan sonra) kanuna ve emr-i hümayunuma (kutlu emrime) muhalif kimesneye iş ettirmeyüb bu husus içün bir dahi emrin varmalu eylemiyesüz, şöyle bilüb alamet-i şerife itimad kılasız.
Tahriren fi evasıt-ı şehru Rebiü’l-evvel es-sene selase ve semanin ve mi’e ve elf 1183-1770
(III. Mustafa, 1757/1774) Mahrusa-yı Kostantiniye
YENİ BULUNAN BELGELERDE ONAR KÖYÜNE İLİŞKİN BİLGİLER
Başbakanlık arşivi 64 numaralı 1518 yılı Arapgir’e ait ilk tahrir defterinde Şeyh Çayırı Mezrası ma Oner (Onar’la birlikte Şeyh Çayırı Mezrası) VİRANE (yıkılmış,terkedilmiş) olarak gösterilmekte. Bu gösteriyor ki, 1514 Çaldıran savaşı öncesi ve sonrası Yavuz Selim’in “Kızılbaş kırımı ve sürgünü” siyaseti uygulanmış; bu yerleşim birimi yakılıp yıkılarak viraneye dönüşmüş. Oysa aynı tarihte hemen yakınındaki Ağcemağara/Tutağacı mezr.sında 6 hane vergi mükellefi ve 2 bekârın varlığı, sakinlerinin Kızılbaş olmadığı ya da dönmüş oldukları anlaşılıyor.
1523 tarihli tahrir defterinde sadece Vakf-ı şeyh-i Şeyh Çayırı adı geçiyor. Anlaşılıyor ki sürgünden dönüş başlamış ve Vakıfname gösterilerek köylerine yeniden yerleşmişler.
Bu tarihte Tutağacı Mezrası’nda 16 hane ve 13 bekâr bulunuyor. Uridik’te ise 20 hane, 13 bekâr..
1569 tarihli defterde Ber vech-i maktu der yed-i Derviş Yakub ve Hüseyin biraderan’an veladan-ı Şeyh Hasan Oner. Hasıl: 400 yazılıdır. Hasılatın 400 (..) olduğu vakıf arazisini, Şeyh Hasan Onar evlatlarından Derviş Yakup ve derviş Hüseyin belirli bir bedel karşılığı (mütevelli olarak?) ellerinde bulundurdukları görülüyor. Bu tarihte Tutağacı mezrasında 20 hane vergi mükellefi ve 8 bekâr görülüyor.
1643’de Aragir’in 144 köyü ve 8 mezrası vardı. Köy ve mezraların vergi hanesi listesinde Onar köyünde 6 hane vergi mükellefi gösterilmekte. Tutağacı’nda yok. Uritik’te sadece 3 hane bulunmakta.
1798 yılı tahrir defterinde Onar köyü ve Şeyhçayırı Mezrası’nda hane sayısı: 63, Erkek Nüfus : 198 idi ve erkek nüfusun adlarıyla birlikte yaşları da liste halinde verilmiştir. Yerleşimin ortalama nüfusu kadın ve kızlarla birlikte 396 olmalıdır.
1643 yılı avarız(vergi mükellefi) hane listesinde vergiden muaf Dedeler:
Hasan oğlu Mehmet Dede
Pirzade Şeyh Bahşayiş
Mehmet oğlu Ahmet Dede
Veli oğlu Uğurlu Dede
Mustafa oğlu İbrahim Dede
(1642 tarihli Sultan İbrahim Fermanında geçen Mustafa oğlu Seyid Osman bu sonuncu Dede olmalı. Öyle anlaşılıyor ki, resmiyette takıye yapılarak Seyid Osman kullanılmış.)
(Bu bilgiler, Dr. Vural Genç’in Henüz Basılmamış Arapgir Üzerinde Geniş Kapsamlı Çalışması’ndan alınmıştır.)
1831 yılı İlk Nüfus Sayımında Nüfus İcmal Defteri’ndeki Onar köyü:
Hane sayısı : 81
Yetişkin orta yaşlı erkek (Tüvana) : 68
Çocuk (Sıbyan) : 76
Yaşlı erkek (Musin) : 40
Askerlik çağındaki genç erkek (Nizamiye) : 13
Dışarıda bulunan, gurbetçi erkek (mahall-i ahir) : 36
D : 1
Toplam : 234 Kadın ve kızlarla birlikte ortalama nüfus 468 olmalıdır.
(Başbakanlık Arşivi, D.CRD, Genel : 40721, Özel: 845’den aktaran Ahmet Aksın ve
Erdal Karakaş, “19. Yüzyıl Nüfus İcmal Defterinde Arapgir”, FÜ Sosyal bilimler Dergisi)
Şeyh Hasan Onar Ve Onar Köyünün Kısa Tarihçesi
İsmail Kaygusuz
Onar köyünün geçmişini uzaktan yakına üç büyük tarihsel evre içerisinde görmek ve incelemek gerekir. Anadolu Selçuklu Sultanı Alâaddin Keykubat(1221-1237) döneminde Onar Zaviyesi yerleşim birimi çerçevesinde vakfedilmiş köyün arazisinde çok uzun süren bu tarihsel çağların neredeyse kesintisiz yaşandığı anlaşılmaktadır. Bu yerleşmeleri şöyle sıralayabiliriz:
I.Prehistorik(Tarih öncesi) Neolitik ve Kalkolitik yerleşmeleri
II.Hellenistik-Roma-Bizans yerleşmeleri
III.Selçuklu Dönemi Türkmen (Bayat) Yerleşmesi ve Kolonizatör (kururcu, yerleşimci) Şeyh Hasan Onar
Onar Dede ve Sultan Onar unvanlarıyla da anılan Şeyh Hasan Onar, bir çok Anadolu evliyası gibi Horasan kökenlidir. Tarihsel olarak kendisinin, Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah döneminde İsfahan valisi; bu kentin yakınlarındaki bâtınilerin yaşadığı Halâdgâh kalesinin sahibi Emir Onar’ın kızından torunu olduğunu düşünüyoruz. Bu düşünceye nasıl vardığımızı kısaca açıklamak gerekiyor: Şeyh Hasan Onar’ın Bağdad Abbasi halifesi tarafından Selçuklu Sultanı’na gönderilmiş olan elçilik heyetini oluşturan zamanın tanınmış bilginleri arasında bulunuşu, onun Abbasi sarayında gördüğü saygı ve tanınmışlığının kanıtıydı. Bu bizi, onun bir askeri aristokrat aileden gelmiş olabileceği kanısına götürdü. Şeyh Hasan’ın ek ismi, hâlâ yaşamakta olan ‘Onar’ sözcüğünün bir ecdad-soy veya aile adı olması olasılığından hareketle araştrımaya başladık. İşte o zaman karşımıza Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah’ın (öl.1092) gözde Sipehsaları (başkomutanı) İsfahan emiri Onar Bilge Beg (öl.1099/1100) çıktı. Melikşah’ın oğulları arasında yapılan savaşlardan birinde öldürülen Emir Onar’ın damadı Sultan Alparslan’ın torunlarından biridir. Bu kişi Basra, Şam, Fars atabegliklerinde bulunmuş, Mengü Bars’tır. Ayrıca Mengü Bars’ın 1158’de Abbasi Halifesi topraklarında baş kaldırıp yağmalara girişmiş olan İva Perçem Türkmenlerinin ayaklanmasının bastırarak dönemin Halife’sini kurtardığı bilinir. Bu halife, Şeyh Hasan Onar’ı Selçuklu Sultanı’na gönderdiği heyetin içine katan halife Nasr Lidinillah’ın babasıdır. Bu demektir ki, Halife çocukluğundan beri Şeyh Hasan’ı Mengü Bars’ın oğlu olarak tanıyordu. Eğer farklı bilgi ve belgeler ortaya çıkmadığı takdirde, Sultan Onar’ı aynı zamanda Selçuklu hanedan ailesinin bir mensubu görmek durumundayız.
VAKIF KURULDU, İŞLER DURULDU (MU?)
İsmail Kaygusuz
İki yılı aşkın bir zaman içinde verilen yoğun uğraşılar, bazı kırılmalar ve sıkıntılardan sonra Hünkâr Hacı Bektaş Veli (Dergâh) Vakfı’nın kuruluşu, tüm işleyiş organlarıyla birlikte sonunda tamamlandı. “Dergâhta birlik için gönülleri birleme” şiarıyla çıkılan uzun yolculuğun ilk önemli aşamasıydı bu. Kuşkusuz bu yolculukta en büyük pay, Dergâh’ın postnişini Sayın Veliyeddin Hurrem Ulusoy’a aitttir; onun alçakgönüllü, sabırlı, özverili çabaları ve yılmak bilmeyen direnişiyle gerçekleşmiştir. Elbette ki bu büyük çaba ve direnişin önünü açan; finans ve düşünce destekleriyle, teşvikleriyle Dergâh’a inançla candan bağlı çevresindeki “gönülleri birleme” takımı da asla unutulmamalıdır.