Oku, bilgilen, fikir sahibi ol; zihnin ve gönül dünyan zenginleşsin! Dr. Ismail Kaygusuz

Bilim Adamı Olmak Veya Olamamak

Cahit arkadaş her zamanki sakin ve babacan haliyle Klasik filolojideki odama girdi.

“Selam dostum, nasılsın? dedi. Bak, sana ne göstereceğim!’’ Otururken çantasını açıp, bir şeyler çıkarmaya koyuldu.

Benimle aynı yaşlarda olan Cahit, Önasya Dil ve Kültürleri bölümünde uzman restoratördü. Arkeolojik kazılarda kırık parçalar halinde çıkan antik buluntuları, aslına uygun biçimde onarıyor. Bazı parçalar bulunamasa bile, çeşitli gereçlerle eseri tümlüyordu. Kazılarda eğer bir mozayikli taban bulunmuşsa, çeşitli çelik yapıştırıcılarıyla metre karelerce mozaik onun usta elleriyle işlem görür ve müzeye kaldırılırdı. Ayrıca Avusturyalıların Efes kazısının en aranan ve sürekli elemanıydı Cahit. Alman müzelerinden birinde tam dört yıl çalışarak bu mesleği edinmişti ve Türkiye’de

alanında tekti. Ne sözler verilerek yurda çağırılmış. Ama işini bırakıp da yurda dönünce yüzüne bakan olmamış, düşük maaşlı bu uzmanlık kadrosu için birkaç yıl işsiz bekletilmişti. Bereket yabancı kazılar vardı, kapıp kaldırdılar bu dönem içerisinde, aç bırakmadılar oğlanı. Hala aynı kadroda bir yandan Klasik arkeoloji, Prehistorya ve Protohistorya öğrencilerine antik objeyi tanıma, onarma ve tümleme dersleri veriyor, çeşitli kazılara katılıyor; öbür yandan da doktorasını bitirmeye çalışıyordu. Atanma işlemleri Fakülte yönetim kurumundan geçerken Arap kökenli ve Alevi oluşunu engel çıkarmak isteyenler bile çıkmıştı. Ama onu yönetime öneren doktora hocasının birkaç dönem dekanlık yapmış, sözüne söz edilemeyen profesörlerden biri olması sayesinde kabul edildiydi. Ne korkunç şeydi! Kürt, Arap, Rum-Ermeni kökenli, Alevi inançlı ve hatta köylü olursanız Üniversitede öğretim üyesi biraz zor olurdunuz. Çoğu İstanbul aristokrasisine mensuptu; araştırdığınızda soyu ya bir sadrazama ya da bir vali paşaya çıkıyordu. Dedesinin Abdülhamit’in hafiyelerinden olanı da duymuştum; bununla övündüğünü açık açık söylüyormuş. Bana gelince Alevi ve solcu oluşum en büyük engel olarak karşıma dikilmişti. Hiçbir zaman yüzüme söylenmedi, elbetteki yasalar engel değildi. Hakkımda karar verenler, arka planda hep bunları kullanıp tam yedi yılımı çatır çatır yemişlerdi. Bir Fakülteye girmek, bitirdikten sonra da bilim adamı olmak isteyen köy kökenli bir Alevinin dikenli engeller aşması gerekiyordu. Daha sonraları meslekdaşlarımdan biri –ki aynı zamanda yönetim kurulunda Doçentlerin temsilcisiydi- şakaya getirip, “Allahın kızılbaşı! Çoban sopasını elinden atmış, çarığını ayağından çıkarmış aramıza gelmişsin, burada ne arıyorsun ulan?” demişti. Ağzının payını almıştı ya, Fakülte yönetimindeki anlayışın, içine şaka karıştırılmış dışa vurumuydu bu.

Cahit aradığını bulmuştu. Bu çocuk gülümsemesini hiç mi bırakmaz? Kalın bıyıkları altında kaybolmuş dudakları sanki sadece gülmek için yaratılmış. Daha bir hafta olmadı; altı yıldan beri çalışıp hazırladığı tezi, ikiye karşı üç oyla geri çevrilmişti.  Onca yıl, onca para boşa gitmişti. Aslında Cahit duygularını saklayan, sıkıntılarını kolay kolay dışa vurmayan bir kişiliğe sahipti. Ne demek olduğunu bilirim bu sıkıntının; hem maddi hem de manevi güçlüklerini olancağıyla yaşamıştım.

“Al bu benim tezin bir nüshası, dedi, Şu kağıt koyup işaretlediğim sayfalara bak ve bana ne yapmam gerektiğini söyle. Olumsuz rapor verenlerden Prof. Dr. Sağlamkol’un incelediği nüsha; sen de yararlanırsın belki bilimsel eleştirilerinden.”

 

İki yüz daktilo sayfasını aşkın hacimli bir tez; Anadolu’da demir madeninin ilk kullanılışı ve antik demir maden ocakları üzerineydi. İşaretlediği ilk sayfayı açtım. Dolmakalemle ve adeta sayfayı yırtarcasına kocaman harflerle “ Çüüüşşş! Yemişsin sen babayı!” yazılıydı. Gözlerime inanamıyordum. “Bu nedir? Nasıl böyle bir şey yazabiliyor?’’ diye bağırdım. O ise, “sakin ol dostum, devam et..!’’ karşılığını verdi.

Bunlar, olumsuz oy vermesi için kasten seçilmiş çivici genç Profesör Sağlamkol’un bilimsel eleştirilerinin(!) tez sayfalarındaki yansımalarıydı. Sağlamkol değerlendirmelerini diğer sayfalarda sürdürüyordu: “Ağır ol, pehlivan desinler!” “Dalyaraklık etme!” “Adama çüş derler oğlum!” “İncitti mi baba nazik yerini canım?!!!’’ Ve bu nüshalar dekanlık arşivinde saklanıyordu. Cahit arkadaş olumsuz rapor verenlerin kenarlara veya arka sayfalara yazdıkları eleştirel notları görmek, daha doğrusu gerçekten tezi okuyup okumadıklarını anlamak için gelişigüzel birini rica etmiş.

“Dekan’a bunları gösterdin mi?’’ diye sorduğumda,“yanından geliyorum,dedi. Ben de senin gibi gözlerime inanamamıştım. Düşün adam benim Fakülte arkadaşım, fazla değil altı ay öncesine kadar eski arkadaşlığımızı sürdürüyorduk. Fakülteyi bitirdikten sonra ben birkaç yıl müzelerde çalıştım. Arkasından askerlik ve Almanya’da çalıştığım  yıllar derken sekiz on yıl geçti. Beş yıldır da burada çile çekiyorum. Sağlamkol Şişli’den bilmem hangi ailenin çocuğu olduğu için, daha bitirmeden asistanlığı garantilemişti. Onbeş yıl sonra da Prof. olarak tezimin jüri üyesi! Aramızda tartışma filan da olmadı, sadece Afif Erzen Hocaya karşıt olan grubun yanında yer aldı ve benimle konuşmuyor. İnsan bu kadar namussuz olamaz yahu!”

“Bunların hepsinden haberim var, Dekanın davranışı nasıl oldu bunları görünce?’’ diye sorunca yeniden yanıtladı bu kez:

“Dekan, Sağlamkol hata etmiş. Söyleme kimseye dedi bana, kendisiyle konuşur ikaz ederim. Konuşacakmış, ikaz edecekmiş! En yakın adamlarından biri Sağlamkol. Onlardan birine yapılsaydı, idari soruşturmayı bırak, hemen askeri yönetimin yüzbaşısına bildirilirdi.”

“Bir gazeteye yaz. Sayfaların fotokopilerini çekip gönder. Millete rezil rüsva olsunlar! Böyle bilim adamı mı olurmuş? Bilimsel araştırmadan, bir tezden öç almak bilimsel tavır ve anlayışı hiç sığar mı? Bu sayfalara yırtarcasına biçimsiz sözler çiziktirirken, sadece senin yüzünü gözünü tırmaladığını değil, beynine bile tırnaklarını geçirdiğini hayal etmiş olmalı. Eğer mücadeleye hazırsan, ya basın yoluyla ya Danıştaya dava açarak sürdür!’’

“Güldürüyorsun beni, dedi haklı olarak. Bu dönemde böyle bir mücadele nasıl önerebiliyorsun? Hangi güçle mücadele edeyim? Basınla diyorsun; sahip çıkan biri mi olur sanıyorsun? Bizde, özellikle bu dönemde kamuoyunun, halkın sesi mi var? Genel hak ve özgürlüklerine bile sahip çıkamayan toplum bilinci, daha doğrusu bilinçsizliği benim için Edebiyat Fakültesine protesto telgrafları mı yağdıracak sanıyorsun?”

“Haklısın, diyorum bu kez, düşünmeden konuştum. Gerçekte dayanmak, sineye çekmek zorundasın. Çünkü bu girişimlerden eline bir şey geçmeyeceği gibi, sitti sene bu doktorayı bitiremezsin.” Sözümü kesti:

“Kısacası, dedi, beş sayfalık birleşik rapor var elimde; oturup onu kuzu kuzu okuyarak, istedikleri yönde değişiklikler yapıp yeniden yazmak zorundayım.”

“Yasal olarak altı ay geçmeden reddedilmiş tezin ikinci teslimi yapılmaz biliyorsun. O zamana kadar da gerekli girişimlerle, aynı kişilerin jüri üyesi seçilmememlerini sağlamak zorundasın. Yoksa dünyada kabul ettiremezsin!’’ deyip ona, dört yıl önce aynı duruma düşmüş olan Zeliha’yı anlatım. Klasik filoloji bölüm başkanı Prof. Pelek tamamıyla kişisel ve hiçbir temele dayanmayan nedenlerle, tam sekiz yıla yakın uğraştığı doktora tezini diğer üyeleri tek tek etkileyip geri çevirtmiş ve Fakülteden attırmıştı. Kadın bizler gibi taşra, köy kökenli değil Levent burjuvasındandı, geniş bir çevreye sahipti. Bir yandan Danıştaya dava açtı, ama 5. Daireden çıkacak kararı beklemedi. Öbür yandan Profesörler kurulunda, olumsuz veren kişilere karşı olanlardan jüri üyelerinin seçilmesi için, “ağır toplar” denilen etkili Prof.leri harekete geçirtti. Tezinde tek bir sözcük bile değiştirmeden altı ayın bitiminde yeniden sunmuştu; birinci kurul ‘’Zayıf’’ vererek geri çevirirken, yeni kuruldan ‘’Pekiyi’’ dereceyle doktorasını aldı. Arkasından Boğaziçi Üniversitesinde bir kadro bulup, oraya geçti. Doçent oldu bu yıl kadın. Elbetteki senin ve benim, ha deyince yapabileceğimiz şeyler değil bunlar, diye bağladım; ama yine de üyeleri değiştirmek için her türlü girişimde bulunmalısın, unutma!”

Gerçekten yetersiz miydi Cahit’in tezi? Niçin rededilmişti? O, bugün sınav kurulu üyesi olarak tezini inceleyenlerden daha az çalışmamıştı. Tezi onlarınkinden daha az bilimsel değildi. Tek kabahatı karşı oldukları bir hocanın yönetiminde doktorasını hazırlamış olmasıydı. Oysa zayıf verenlerden ikisi, çok değil beş-altı yıl önce aynı hocayla doktora yapmışlardı. Evinin kapısını aşındırıyor, hizmetlerine koşuyor ve düne kadar da Afif Erzen Hoca ‘nın öğrencileri oldukları için övünüyorlardı. Kendileri de biliyorlardı ki, Edebiyat Fakültesinde hiçbir hoca, onun kadar öğretim üyesi yetiştirmemişti. Yıllarca dekanlık kürsü ve bölüm başkanlıkları yapmış, ama yaş haddinden bu yıl emekli olacaktı. Giderayak Cahit arkadaşı da bu bilimsel kervana katmak istiyordu. Ancak kervanın eski yolcuları buna engel olmuşlardı. Bir ay önce başlamılştı olumsuz gelişme. Sorun Eskiçağ Tarihi Bölümüne alınacak asistan seçiminden çıkmıştı. Daha güvenceli bir kadroya geçmek istiyordum, ben de adaydım. İki yıl önce benim doktora sınavımda jüri başkanlığı yapmış olan aynı hoca, akıl yürütme ve ilginç yorumlar gerektiren sorularıyla beni bayağı terletmişti. Daha sonra aramızda bir yakınlık doğmuş; kazılarını da katılınca ilişkimiz artmış ve bu yakınlık iyice berkimişti. Başkanlığını yaptığı Eskiçağ Tarihi Bölümünde açık bir kadroyu kendisi bana önermişti. “Bölümümüzün eski dilleri bilen, eskiçağ tarihi ve arkeoloji setifikaları yapmış ve epigrafi üzerinde doktorası olan senin gibi bir elemana gereksinimi var!’’ diyordu hep. Diyordu ya, Bölüm toplantısı yapılıp da konu gündeme geldiğinde bir kıyamettir koptu. Meğer aynı bölümün hocalarından olan Fakültenin dekanı, kendi kızını bölüme asistan olarak almak istiyor ve diğer hocalar arasında kulis yapılıyormuş! Toplantıda başka bir arkadaşı aracılığıyla kızı öneriliyor. Bölüm başkanı ise doktorasını yapmış biri olarak, diğer gerekçelerini de sıralayarak beni öneriyor. Fakülteyi yeni bitirmiş bitirmiş biriyle, yıllarını eğitim öğretim etkinlikleri içinde geçirmiş bir kimsenin bölüme yararı aynı olamaz diye kestirip atıyor. Ancak Afif Hoca, birkaç ay sonra emekliliğe ayrılacak biri olarak gücünü yitirdiğinin farkında değil. Oysa daha düne kadar Afif Erzen Hoca gölge dekan olarak onun da arkasındaydı. Çevresinde fır dönenler, hizmet etmek için yarış edenler şimdi karşısına geçiyorlar. Aralarında konuşuluyor: “Biz hocalarımıza hizmetçilik ederek bu duruma geldik. Adam bizim yaşımızda; köyden çıkmış tırmana tırmana, yaşamın girdisini çıktığını adamakıllı tanıyarak buraya kadar çıkmış. Hiç bize hizmet eder mi? Çanta taşır mı hiç?’’ diye. Bana bizzat haber göndermişlerdi, başvurumu geri almam için. “Yasal olarak sınava girip de kazanmış olsan bile seni aramızda barındırmayız!’’ diyorlardı. Hocanın sağduyulu direnci boşa gitmişti bölüm yararına olan. Dekanın kızına da “Evet’’ demeyince, kadroyu resmen iptal ettirdiler. Dilekçemi geri çekmek değil, ben başvurmamıştım bile; bu koşullarda onların arasında nasıl çalışabilirdim ki?

Artık Afif Hoca yalnız kalmıştı; çevresindekiler onu tümüyle terkettikleri gibi, hakkında dedikodu yapmaya ve onu çekiştirmeye başlamışlardı. Çıkarlarına yaramadığından hocalığını da eleştiriyorlardı şimdi. Cahit’e, Hoca’dan ayrılmadığı ve kazılarına katılıp ona yardımcı olduğu için düşman kesilmişlerdi. Bu düşmanlıklarını Cahit’in yıllarca üzerinde çalıştığı tezi redettirerek perçinlemişlerdi.

Edebiyat Fakültesinde doktora tezlerinin geçmesi bilimsel ölçütlere değil kafakol ilişkilerine bağlıydı ne yazık ki! Ben az mı çekmiştim? İki gün önce ne demişti Sina Kabağaç Hoca? “Yani sen var ya, köylü inatçılığınla başardın bu işi. Başlarından atmak için herşeyi yaptılar. Kulağımın dolusunca işittim: Profesör Taşoğlu, “başımızdan şu belaları atıp kurtulalım!’’ dedi, Hüseyin’le senin için. Bölüm başkanı Prof. Pelek, o meşhur kahkahalarından birini atıp, “bunu mu dert ediyorsunuz, dedi. Kaldıramıyacakları ağır bir sınavdan geçirirsiniz olur biter. Boylarının ölçüsünü alırlar böylece. Soruları ben hazırlayayım isterseniz” diye karşılık verdi. Doğruydu, doktora öğrenciliğimin ilk iki yılı sonuna doğru, dışında olduğum yeni yasayı bahane ederek, ağır ve beklenmedik bir sınavla karşıkarşıya bırakılıp, kapı önüne koyuldum.

Askerliğimi bitirdiğimde, hazırladığım doktora tezi tasarımını tüm ayrıntılarıyla Hoca’nın önüne atıp, doktoraya devam etmek için, yasal hakkımı kullanmak istiyorum dediğim zaman bir şaşkınlık geçirdi. Hemen Bölüm başkanına koştu. Daha önce yabancı dil sınavını verdiğim halde, bilimsel sınav adı altında yeni ve ağır bir ingilizce  tarih metnini yorumlamamı isteyerek, engellemeye çalışmışlardı. Başaramadılar, elbetteki sınav belgesini yok ederek engelleyemezlerdi.

Ancak haftada birkaç saatlik doktora dersi yapılması gerektiği halde, tez çalışmalarım sırasında bu asla yapılmadı. Zaten kadro yok bahanesiyle asistan olarak almamışlardı, doktora öğrencisiydim. Bir yandan zaten asıl mesleğim olan ilkokul öğretmenliğini sürdürüyordum aç kalmamak için. Tez ile ilgili karşılaştığım güçlükleri, sorunları sözde beni yöneten hocama götürdüğümde, havadan sudan ve anlamsız yanıtlarla başından savıyordu. Anlamsız diyorum, çünkü her keresinde olasılıklar ve kendimce bulduğum yanıtlarla birlikte gidiyordum; önce en az oluru sunuyor tartışmaya başlıyorduk. Kabul ettiği anda yüzde yüz karşıtını çözüm olarak öne sürüp savununca, bu en olmazı olurla karşılıyordu. Sonunda üçüncü olasılığı, çoğunlukla kendim önceden kabul ettiğim çözümü ortaya koyarak açıklıyor ve onda karar kılıyorduk. Bu gerçekten bilimsel güçsüzlük değilse, “ulan beni rahatsız etme! Tek başına ne bok yiyorsan ye. Sınavda görüşürüz” demekti. Artık gitmemeye başladım ve rahatsız edilmediğinden, kendisi de memnun görünüyordu.

(Bu ikinci başlangıcın ikinci yılında arkadaşım Klasik Arkeoloji’de bir uzmanlık kadrosunda çalışmaya başlayıp, Klasik Filoloji’den beklentisi kesilince, aynı hoca hemen bir kadro ayarlayıp, bir kız öğrencisini asistan olarak yanına aldı.  Ve onunla doktora öğrencisi olarak düzenli ders yaptı. Teziyle ilgili sorunlarını,-belki kız evladı özlemini giderme sevinci içinde- dizinin dibine oturtup “kızım, yavrum” diyerek, yanaklarını ve saçlarını okşaya okşaya birlikte çözdüler. Üstelik tezi sadece kitaplık çalışması gerektiren, çok üzerinde durulmuş işlenmiş bir konunun kıyısından alınma bir parçanın geliştirilmesinden ibaretti. Halbuki arkadaşım Ilgaz Dağlarında ve Çankırı bozkırlarında, köyleri, arazileri karış karış gezerek; parasız, aç, susuz ve yorgun kalarak, her yıl aylar süren araştırmalar yaptı. Gangra’nın kültürel tarihine yeni katkılarda bulunacak olan grekçe yazılı taşlar aradı. Sıkıntılı, tehlikeli anlar yaşadı. Üniversiteye de alınmamış ve hiçbir güvencesi de yoktu tezinin kabul edilmesi konusunda. İlkokul öğretmenliği yapıyor, çoluk çocuk sahibiydi. Aldığı maaş ayın yirmisinde bitiyor, borçlanmaya başlıyordu. Bilim ve araştırma sevgisinden; insanlığa hizmet ve üretme-yaratma tutkusundan dolayı çok kötü maddi koşullar içerisinde ve çok yönlü baskılar altında sürdürmüş ve başarmıştı. Elbetteki bütün bunları yaşayan ve başından geçen insanlar anlayabilir.)

Ancak çalışmayı gerçekleştireceğime ve bu işi kesinlikle bitireceğimi anlayınca; yani daktilosunu yapmaya başladığımda itiraz edecek, engelleycek nedenler bulmaya başladı. Kullandığım dili beğenmiyordu. Öztürkçeye karşıydı. Kükrüyor, bağırıp çağırarak,kullandığım yeni sözcüklerin yerine; dilde muhafazakar Türkoloji hocalarının bile terketmiş oldukları eskilerini koydurttu. Birkaç kez daktilo etmeye zorlandım. Tezi çoğaltarak, ciltlettiğim anda bile bir yeni sözcük gözüne ilişmişti. Küplere bindi, sinirlendi yeni asistanının yanında, “Sen, beni dinlemiyor, burnunun doğrusunda hareket ediyorsun, gel başıma sıç bari!” diye bağırarak son engelleme çırpınışlarını yaptıysa da fayda etmedi. Sakin olarak karşılık verdim: “Bir sözcük için bir kez daha daktilo ettiremem. Bu on nüshayı hazırlamak için boğazıma kadar borca girdim! Üstelik sınav kurulu üyelerine dağıtılmak üzere, Dekanlık Sekreterliğinden bekleniyor, az önce telefon ettiler!’’ dedim. İstemediği bir olayın gerçekleşmesi karşısında yenilgisini anlayan  bir kişinin davranışı içerisinde başını ellleri arasına almış, derin derin soluyordu. Asistan kız koşarak limon kolanyasıyla ellerini, başını ovmaya başladı. Ben aynı sakinlikle onu, güzel asistanının ferahlatıcı ellerine bırakarak çıktım.

Tüm bunlara karşın, soru sorarken bile teklediği ve benden daha fazla heyecan çektiği doktora sınavımın bitiminde, kurul üyeleri geleneksel kutlamalarını yaparlarken sıkılmadan, “dizimin dibinde yetiştirdim, her sayfasında emeğim vardır!’’ diyerek, tezin başarılı oluşunu kendine mal etmekten çekinmemişti. Ancak kurul üyelerinden çoğu durumu biliyordu, bıyık altından güldüler. İçlerinden biri duramadı ve “Hoca dedi, bırak başarının birazı da ona kalsın, çocuk yıllarını harcadı’’. Gülmesi dudaklarında donmuş, rengi değişmişti. Tek söz bile çıkmadı ağzından. Oysa sözde yönettiği tezimi baştanbaşa okumamıştı bile. Rapor yazması gerektiğinden, benden beş-altı sayfalık özet istemiş tek sözünü bile değiştirmeden, gerekli paragrafları alarak ondan rapor hazırlamıştı. Asistanı daktilo ederken, nedense bana göstermek gereğini duymuştu. Üyelerden üçünü iyi tanıyordum ve onlar tez hocasının bana karşı tutumunu da biliyorlardı.

Gerçekten yapılan tezlerin kabulu veya reddedilmesi kurulacak ilişkilere bağlıydı. Kurul üyelerini tanımayan ya da iyi tanıyanlarla yakınlık kurmayan biraz zor geçerdi doktora sınavlarını Edebiyat Fakültesinde. Örneğin, yine  yazıtbilim (epigrafi) alanında ve aynı hocanın gözetiminde doktora hazırlayan arkadaşım Hüseyin İstanbul dışındaki bir Üniversitede asistandı. O, ileriyi düşünerek Avrupalı epigraflarla ilişkiler kurmuş yayına bile başlamıştı. Girit asıllı bir aileden geldiği için modern grekçeyi de konuşabiliyordu. Bu ona daha da yarar sağlıyor ve çalışmalarını kolaylaştırıyordu. Çalışma ve çözümleri oldukça başarılıydı. Sorunlarını hocasından çok yazıtbilim alanında dünyadaki en büyük otorite olan Louis Robert’e soruyordu. Onunla kurduğu iyi ilişki ve ona verdiği geleceğin epigrafi güvencesi sayesinde, adamın alçakgönüllülük gösterisi içinde geniş yardımlarını sağlamıştı. Hocamız bu alanda, Louis Robert’ın çözümlerine itiraz etmek değil, yanında ağzını açacak gücü bile yoktu. Yoktu, ama Hüseyin’den kompleksinin acısını çıkardı; hazırlayıp, daktilo ederek gönderdiği 60-70 sayfalık tezi, sayfaların ve yazıtların yetersizliği ve dilinin uydurma olduğu gerekçesiyle geri çevirdi. Eleştirisinde, kenar notlarda kullandığı eski anlaşılmaz sözcükler, arkadaşımın çalıştığı Fakültede alay konusu olarak eğlenmek ve gülmek için kullanmaya başlandı. Evinde eleştirilerini tartışırken, Hüseyin çekinmeden, “niçin sayfaların azlığına bakıyorsunuz? Gerçekte bilimsel değerini tartışmak, onu eleştirmek gerekmez mi? Sizin Profesörlük teziniz 20 sayfayı bile geçmiyor!” demiş. Bu söz ona çok koymuş, birgün bana “Hüseyin evimde , ocağımın başında bana bir söz sarfetti, yüreğime oturdu. Ölürsem ancak unuturum. Evimde olduğu için bir şey diyemedim, biraz zor verir bu tezi!’’ diye hem dert yanmış, hem de tehdit edici konuşmuştu.

Kendisinden uzak ve başka bölümde olunca bana karşı artık çok iyi davranıyordu. Hatta doktoradan sonra, bir sevgi gösterisi içinde meslekdaş davranışı gösteriyordu. Hüseyin’in ne söylediğini bildiğim için elbetteki sormaya gerek görmemiştim. Ancak sık sık çeşitli yönleriyle çalışmalarının çok olumlu olduğunu, Avrupalı bilim adamlarının onun incelemeleri ve yorumlarındaki yaklaşımları çok beğendiklerini anlatarak, hakkındaki olumsuzluğu kaldırmayı bir yılda  başarabildim. Üstelik ona, iyi tanıdığım, sözüm geçen Profesörleri, sınav kurulu üyeleri olarak önerip, Fakültenin Profesörler Genel Kurulunu sunmasını sağladım. Kendilerinden önceden söz aldığım için, itirazsız kabul etmişlerdi. Ayrıca daha önceden Hüseyin’i uyararak, yayına hazırlamakta olduğu Saitai (Kula) yazıtlarından bir kısmını da tezine ekleyip, onu genişletmesini istemiştim. Nasıl olsa  dışarıda yayını İngilizce yapacaktı, varsın tezin dili eski olsundu! Arkadaşım önerilerim doğrultusunda değişiklikler yapıp, sayfa sayısınıda iki katına çıkararak gönderdiği teze, Taşoğlu Hoca’nın hiç itirazı olmadı. Çünkü ortamı iyice hazırlamıştım. Birkaç eleştirisini de kendim yanıtlamış, tartışmıştım onun yerine.

İstediğimiz Profesörler sınav komisyonu üyesi olarak Genel Kurulda seçildi. Seçildiler, ama iş yine bana düşmüştü. Önermiş olduğum üçü de beni  ayrı ayrı çağırıp “Haydi, dediler, senin arkadaşın olduğu için kabul ettik; biz tanımayız kendisini, ona kefil oldun. Tarihçiyiz, arkeoloğuz, ama epigrafiden anlamayız, birşeyler yaz bizim için”. Tez nüshalarını birbirlerinden habersiz üçü de bana verdiler. Bir ay içinde tez hakkında kişisel rapor hazırlayıp, sonra biraraya gelerek onlardan ortak bir rapor çıkarmaları gerekiyordu. Bu raporun olumlu olması sonunda, aday sözlü sınava çağırıyordu. İşte bu nedenlerden dolayı, benden tez özeti istiyorlardı; özetten rapor çıkaracaklardı. Profesörlerden birisi ise, hiç çekinmeden kendi adına bizzat raporu hazırlamamı istemişti.

Arkadaşımın tezini tek sözcük kaçırmadan bir kaç kez okudum. Başarılı çalışmasıyla gerçekten böyle bir aracılığa layıktı. Değişik cümlelerle iki özet, diğer Hoca için ise dört başı mamur bir rapor hazırlayıp sahiplerine teslim ettim. Çok önemli yazıtlar incelenmişti tezde. Özellikle Kula çevresinde keten ve pamuk işçileri derneklerine mensup işçi veya ustalar için hazırlanmış mezar yazıtları, İ.S. II. yüzyılda Roma İmparatorluk döneminden sosyo-poltik yaşamın belirleyici tanıklarıydı. Bir çeşit lonca ya da sendika görünümünde olan bu dernekler, üyelerinin haklarını koruduğu gibi, onların mezar anıtlarını günü gününe yaptırmış oldukları bu yazıtlarda tarihli olarak açıklamışlardı. Yepyeni bir olaydı bu belirlemeler. Görülüyor ki Kula bölgesinde dokumacılığın iki bin yıllık bir geçmişi vardı; geleneksel dokumacılık çağların gelişimini uygun olarak sürüp gelmişti. Ne yazık ki yirminci yüzyılda aynı bölgelerde sendikal eylemler yasaklanmış, örgütlenmelerine engel olunarak emekçiler alabildiğine sömürülüyorlardı. İşçilerin üzerine tanklarla tüfeklerle yürüyüp, yardım olsun diye değil, yok etmek için mezar hazırlıyorlardı. İki bin yıl önceki köleci toplumdan daha mı geriydik ne?

Yazdığım raporun bir nüshasını da Hüseyin’e göndermiştim bir mektuba ekleyerek. Sınav tarihi ve hocaları genel olarak neler sorabileceği ve neler üzerinde duracaklarını da açıklamıştım iyi hazırlanması için. Ortak rapor toplantısından birkaç gün sonra üyelerden biriyle karşılaştım. İkimizin de hocası ve çok ilginç bir kişiliği olan bu Latince Profesör hanımın işi gücü başkalarını eleştirmek-çekiştirmek ve her fırsatta kendisini övmekti. Son durumu sormak istiyordum. Oysa o benden önce davranıp,  koridorda duvarın dibine çekerek,  öğrenmek istediklerimin fazlasını anlatmıştı:

“Bak sana ne diyeceğim. Üç gün önce Hüseyin’in ortak raporunu hazırladık. Sınav kurulu üyeleri iki Eskiçağ tarihi, bir Arkeoloji bölümünden, iki de bizim Klasik’ten tez hocası ve benden oluşuyordu. Toplandık, bireysel raporlar ayrı ayrı okundu. Tezi yöneten senin Taşoğlu Hoca,saçma sapan bir rapor yazmış, belli ki okumamış bile. Ben filolojik açıdan ele almış dört sayfalık birşeyler karalamıştım. Fakat en iyi raporu, Eskiçağ tarihi hocası hazırlamış. Biliyorsun o adamı hiç sevmem, ama bu kez takdir ettim. Hem epigrafik açıdan, hem de tarihsel ve sosyo-politik açılardan değerlendirmiş. Bu ciddi bilimsel raporu hepimiz hayranlık içerisinde dinledik ve kutladık adamı. Aslında böyle bir raporu, yönettiği tezi savunması bakımından doktora hocasının yazması gerekiyordu, ama onda bu güç nerede? O raporu, ortak imzayla kabul edip, ‘Pek iyi’ dereceyle geçirdik tezi...’’

Cahit kalın bıyıkları altından acı acı güldü. Ama şaka yapmadan da geri durmadı:

“Oğlum! Nereden bulalım senin gibi birini, bize böyle bir rapor hazırlasın? Üstelik bilim dalımız farklı.’’

“Bütün bunları anlatmamın nedenini biliyorsun, dedim. Bilim adamı olma ve olamamanın ölçütü bu tür ilişkilerde yatıyor Edebiyat Fakültesinde.’’

İkimiz birlikte, bu tür ilişkilere de, bunları zorunlu kılan düzene de ağız dolusu küfredip, onu odamdan  uğurladım...